750 . YILDÖNÜMÜNDE MEVLANAYI ANLAMAK
Mevlana Celaleddin-i Ruminin ölümünden 750 yıl geçmiş Konya’da ölümünden sonra Selçuklu veziri Süleyman Pervanenin eşi Gürcü hatun Yüz yirmi bin Selçuklu Dinarı toplayarak Tebrizli mimar Bedrettin’e Mevlananın şahsına yakışan dört fil ayağından oluşan Altın varaklarla süslenmiş, ayet hadis ve dualarla süslü mezar anıtını yaptırmıştır. O dönemde kadınların gücünü, yaratıcılığını, vefasını yansıtan bu anıtın bir Selçuklu kadınının yaptırmasında öncülük etmesi Türk kadınlarının toplumun içinde olduğunu gösteren en güzel örneklerden biridir.
Mevlana yaklaşık sekiz yüz yıl önce muhteşem sözler söyleyen bir söz bilgini, söz ustası, gönül ustası, sevgi ustası, inanç ustasıdır. Felsefesi asla din bezirganlarının iddia ettikleri gibi din bilginliği, Arap felsefecisi değildir.
Kuranın özünü iyi idrak etmiş , inançlı bir Müslümandır. Sekiz yüz yıl önce yazdığı Mesnevi ve Divanı kebir den alıntılar yaparak kitaplar, dergiler, sözler, alıntılar yayınlanmaya başlandı. yetkilileri Mevlanayı Arap bilgini, Arap dervişi , Din adamı yapmak, İslamın temsilcisi göstermek, İslamı yaymak için dünyaya gelmiş bir bilge olarak göstermek için uğraşıyorlar. Ancak MEVLANA asla tebliğci değildir.
Bir başka gurup var Semanın sadece Konya’ya has olduğunu , Diğer şehirlerde Sema yapılmasına şiddetle karşı çıkıyorlar. Mevlana şekerinden rant devşirenler, Düğün ve nişanlarda iki kişilik semazenler gösterisi yaptırıyorlar. Etli ekmek salonu’na isim veriyorlar, etli ve küflü peynirle karışık yapılan pideye Mevlana adını veriyorlar. Mevlana isminde Nakliyat ambarı bile vardır.
Şems ile karşılaşmış, bilge insandan felsefe öğrenmiş ve eserler yazmış bir söz ustası, gönül ustasıdır. Gönül şairidir, Şiirleri derin bir insan sevgisini anlatır. Mevlânâ, şiiri bir gaye değil, bir vasıta sayar. Mevlânâ, divandaki şiirleri de «Mesnevi» gibi irticalen ve çoğunu birer münasebetle söylemiştir. O, semâ’ ederken şiir söylemeye başlar, şiirlerini yazmakla vazifelenen ve sır kâtibi anlamına «kâtib-al-esrâr» denen kişilerden hangisi bulunursa derhal o şiirleri kaydederdi.
Onun her şiirinde bir öğretme kaygısı, bir telkin fikri vardır. Fakat bir yandan dünyadan, tabiattan ayrılmayışı, bir yandan derin, geniş, sınırsız bir dünya sevgisi, insan ve insanlık aşkı, yaşayışa bağlanış, bir yandan da kuvvetli bir görüş kabiliyeti, canlı bir hassasiyet, bu şiirlerdeki didaktik unsuru lirizmle yoğurur, âdeta belirsiz bir hale getirirdi.
Mevlânâ’da, ondan önce kalıplaşmış ve donmuş olan tasavvuf, nasıl canlı, İnsanî, reformcu, bencilikten tamamıyla uzak ve moralist bir sistem haline gelmiş, bütün varlığı kavrayan bir aşk görüşü olmuşsa, şiir de onun ağzında aynı inancın, aynı aşkın, aynı görüşün ifadesi olmuştur.
Mevlânâ'nın şiirlerindeki ikinci unsur, halk unsurudur. Zaten onun dili, halk dilidir, halk Farsçasıdır. Mektuplarında bile meramını anlatırken halk dilini kullanmıştır. Onun şiirlerinde, halk dilinin bütün hususiyetlerini, bütün halk tabirlerini buluruz. O, halka halkın diliyle hitap etmiş, tekellüften kaçınmış, hayatında olduğu gibi şiirinde de halktan ayrılmamıştır. Zaten açıkçası, Mevlânâ, halkla konuşur, bu konuşma, şiir olur.
“ Sütten çıkan her kaşık aktır. Asıl olan içinden çıktığın sütü ak bırakmaktır “ sözünü.
“Üzülme herkes ölür, kimi yüreğe, kimi toprağa gömülür”
“ Böbürlenme doğumun bir damla su, ölümün bir avuç topraktır” sözlerini unutmayalım.
Mevlanayı en iyi tercüme eden Abdülbaki gökpınarlıdır. Ve kendisi mevlananın şiirlerin en gerçekçi tercüme eden Abdülhak kadir’e tercüme ettirmiştir bir şiiri şöyledir.
BEN NEYİM?
Olduğum gibi kim görebilir beni,
ne rengim var benim, ne nişanım.
Benim de bildiğim sırlar var, diyeceksin ama,
hem o sırlarım ben,
hem o sırları saklayanım.
Bu gönül ne vakit durulacak, bilmem.
Ama şu anda hiç kımıldamadan duran da benim,
yürüyüp giden de ben.
Ben bir denizim,
kendi varlığı içinde taşan,
uçsuz bucaksız,
alabildiğine geniş,
kıyısız, hür bir deniz.
İki dünya da yok oldu gitti bende.
Artık ne bu dünyadan sorsunlar beni,
ne o dünyadan.
Sen bizim tıpkımızsın, dedim, ey can!
Amma yaptın, dedi,
o da ne demek?
Şu gördüklerin hep ben’im.
Yoksa, dedim, sen o musun?
Hey, kendine gel, sus, dedi,
benim ne olduğum, dedi, dile gelmez.
Öyleyse, dedim, işte sana dilsiz, dudaksız konuşan biri,
yoklukta ayaksız yürümedeyim, gökteki ay gibi,
işte sana elsiz ayaksız durmadan koşan biri.
Böyle koşup durmak, dedi bir ses, senin nene gerek.
Bak bana, apaçık ortadayım da gene gizliyim.
Sen beni gör asıl, beni!
Eşi bulunmaz bir gizli maden olmuşum,
eşi bulunmaz bir deniz olmuşum ben,
Tebrizli Şems’i gördüm göreli. BAHRİ KILINÇEL