FETO TERÖR ÖRGÜTÜNÜN HEDEFİNDEKİ TÜRK DONANMASI değerli katılımcılar hepinizi saygıyla selamlıyorum . bu akşam sizlere 2005 yılından başlayarak 11 şubat 2011 e kadar Türk donanmasına , Türk silahlı kuvvetlerine daha sonrada Türk devletinin yöneticilerine ABD de KONUŞLU DİNİ MOTİFLİ KÜRESEL BİR ÇETENİN KURDUĞU DARBECİ ,TERÖR VE CASUSLUK ÖRGÜTÜNÜN sinsi, düzmece, yalanlarla dolu ve emperyal bir kurguyla Türk deniz kuvvetlerine kurulan tuzaklarını dilimin döndüğünce anlatmaya çalışacağım. Dün devletin bütün kurumlarını sarsmış, işleyişini bozmuş, polisi ve yargıyı ele geçirip orduya, MİT' e operasyon yapmış, devletin en gizli operasyonlarını dinlemiş, tüm önemli kurumların arşivlerini ele geçirmiş ve Türk siyasetinin en güçlü iktidarına kafa tutmuş. 15 temmuz 2016 da Türk ordusu içine sızmış hainlerle ülkemizin bağımsızlığına darbe yapmaya kalkışmış bir örgütü anlatacağım. Değerli akademisyen rahmetli Necip hablemitoğlu 05-08 – 2002 de bizlere KÖSTEBEK adlı kitabında şöyle yazmıştı. “Şeyhleri ABD de yaşayan , ancak kendi ülkesinde DGM de yargılanan, CİA,MI6, ve BND gibi yabancı ülke istihbarat örgütlerine taşeronluk yapan cemaate mensup müritlerin, asli görevleri kendileri ile mücadele etmek olan istihbarat birimlerinde kadrolaşabileceğini, devletin gücünü, devleti savunanlara karşı kullanabilecek düzeye gelebileceklerini kim tahmin edebilirki ?... Fethullahçılar Türkiye’de Mevleviler,Bektaşiler,cerrahiler gibi salt dinsel inancını yaşamaya çalışan bir cemaat değildir. Uluslararası alanda at koşturan , son derecede tehlikeli bağlantılarıyla, ekonomik kaynakları ve eğitim kurumlarıyla, Türkiyenin yüz yüze olduğu en tehlikeli tehdit odağıdır.” Tarihin kilometre taşları deniz suyu ile yıkanmıştır. Dünya tarihi’ni denizler şekillendirmiştir. Salamis, Preveze, Trafalgar, Çanakkale gibi tarihi savaşların sonuçları tuzlu suyun dünya siyasi tarihi üzerinde bıraktığı izlerdir. Denizler çağ açmış çağ kapatmıştır. Fatih gemilerini karadan yürütüp, Haliç’de denize ulaşmış bir çağı kapatmıştır. Nusret’in Çanakkale’de döktüğü 26 mayın Çanakkale’yi geçilmez kılmış ve Türk tarihinin geleceğini aydınlatmış ve yarattığı sonuç ile Sovyet devrimini tetiklemiştir. Deniz medeniyettir, deniz özgürlüktür, bağımsızlıktır. Denizler MAVİ VATANDIR. Devletlerin hayatında , jeopolitik yönelişlerinde denizler önemli rol oynar. Karaya kilitlenmiş ülkeler canlı bir organizma gibi suya kavuşmak isterler. Bosna Hersek’in bir mil, Gazze’nin 3 mil kıyısı örnektir. Günümüz de Suriye üzerinde oynanan Emperyal oyun Kuzey Irak’ta kurulacak kukla Kürt devletine Akdeniz de liman açmak içindir. Deniz kuvveti kurulması ve idamesi en zor kuvvettir. Uzun vadeli yatırım gerektirir. Aynı derecede de gerilemesi ve çökmesi de en kolay olanıdır. Çünkü çağdaş bilgiye ve modern teknolojiye dayanan ve insanın en yabancı olduğu deniz ortamında görev yapan bir kuvvettir. Aynı anda Denizle ve düşmanla mücadele etmeyi gerektirir. O nedenle esas unsuru yetenekli ve bilgili personeldir. Gemi ve teknoloji daha sonra gelir. Osmanlı İmparatorluğu, denizlerde yenildikten sonra çöküşe geçti, Sovyetler Birliği, donanması zayıfladığı için çöktü ve dağıldı. Osmanlı İmparatorluğunu İstanbul’a gelen savaş gemileri teslim aldı. Japonya denizlerde yenildikten sonra Missuri zırhlısında İmparatorlarının attığı imza ile teslim oldu. Bütün bu tarihi gerçekleri göz önünde bulundurmak zorundayız. Bir Deniz kuvvetlerini oluşturan iki yapı vardır . Bunların ilki gemiler diğeri komuta yapısı olup sadece amirallerden oluşmayan nitelikli Subayların ve Assubaylar’ın oluşturduğu yapıdır. Savaş gemileri onları kullanacak Silah, makine ve sistemlerini bilen insan yoksa sadece demir yığınından ibarettir. Savaş gemisinin komutanı, komodoru, filo komutanı, donanma komutanı, denizdeki savaşı destekleyecek karadaki kurumlar yoksa , kurumsal hafızaya sahip değilse o deniz kuvveti hiçbir başarıya imza atamaz. Örneğin, Suudi Arabistan kağıt üzerinde çok modern ve yeni bir donanmaya sahiptir. Ancak ondan çok küçük İsrail donanması Suudi gücü ile kıyaslanmayacak savaş gücüne sahiptir. Günümüzde bir Fırkateyn 500 milyon dolar, bir denizaltı 400 milyon dolar, Bir hücümbot 120 milyon dolar maliyete sahiptir. Bir Keban barajı değerindeki savaş gemisi Fırkateyni bir kurmay yarbaya ve değeri asla ölçülemeyecek 225 personele devletin ve milletin onurunu teslim ediyoruz. Fırkateyn büyük savaş gemisi, korvet orta savaş gemisi, hücumbot küçük savaş gemilerine denir. Türkiye Cumhuriyetinin Devlet varlıkları içerisinde hareket halindeki en pahalı serveti savaş gemileridir. 500 milyon dolarlık varlığın bir kişiye teslim edildiği bir başka bir meslek örneği yoktur. Bir savaş gemisine geçici görevle insan görevlendirilmez, üsteğmenden amiral yapılmaz, Amerikalı Stratejist George Friedman şöyle der ; bir donanma gücünü oluşturmak , gerekli teknolojiyi üretmek için değil, ama iyi amiraller ortaya çıkaran birikmiş bir tecrübenin devredilmesi gerektiği için nesiller alır” Donanmalarda tecrübe birikimi ve kurumsal hafızanın nesiller arası transferi için komuta zincirinin kırılmadan sürdürülmesi gerekir. Bir savaş gemisi üç yıl içinde temin edilebilir. Ancak buna komuta edecek gemi komutanı 15 yılda , komodor 20 yılda, Amiral 25 yılda yetişmektedir. Donanma pahalı bir yatırımdır. Hiçbir yatırım iflas etmek için yapılmaz. Karadeniz , Ege ve doğu Akdeniz’de çıkarlarını koruyamayan devletin donaması iflas eder. Donamayı milletin çıkarları için ayakta tutmak, geliştirmek, kullanmak devletin görevidir. Türkiye dış ticaretinin % 90 ‘ını Deniz yolu ile yapıyor. Deniz ulaştırması kesintiye uğradığında Türk ekonomisinin dayanma gücü kırılır. Gelecek nesiller için Denizlerinde jeopolitik çıkarları koruyamayan ve geliştiremeyen devletler devlet sayılmaz, onlar sadece kiracı olurlar gün gelir bir gün evden atılırlar. Türkler 1071 den çok önceleri Anadolu’ya geldiler ve kadim medeniyetlerle bütünleştiler. Akdeniz’e uzanan bu Coğrafyada deniz Türkler için Jepolitik bir zorunluluktu. Bu topraklarda ayakta kalabilmek için ve güçlü olabilmek için deniz egemenliğini 1087 de yılında deniz ile tanışan büyük Türk hakanı ALPARSLAN’ın oğlu MELİKŞAH Antalya’da deniz ile karşılaştığında şu sözü ile perçinlemişti. “ İşte Tanrı bana doğu denizinden batı denizine kadar yerlerin hakimiyetini bana verdi.” Daha sonra denizden kum alınmasını emretti ve babasının Merv’de bulunan mezarına serptikten sonra şöyle seslenmişti . “Ey babam, Alparslan , sana müjdeler olsun, henüz çocuk olarak bırakmış olduğun oğlun , dünyayı baştan başa fethetti” Melikşah denizi görünce dünyayı fethettiğini düşünmüştü. Dünyayı fethetmemişti ancak Türkleri açık deniz ile buluşturmuş ve Aral gölünden sonra Türklerin deniz ile sınavı başlamıştı. Türkler Melikşah’ın deniz ile tanışmasından üç , Malazgirt savaşından 19 sene sonra ilk deniz savaşını kazandılar. 1090 yılında koyun adaları savaşında Bizans’a karşı zafer elde ettiler. Anadolu’daki ilk Türk denizcisi Çaka bey Bizans’ın denizden ve karadan bir harekat ile fethedilebileceğini düşünen bir deniz Stratejistiydi . Sadece kara odaklı düşünmeyen denizi de görebilen bir liderdi. İşte bu vizyon 11. Yy da Anadolu’da “ deniz ateşini “ yakmıştı. Ancak bu başarısının bedelini kısa bir süre sonra Bizans entrikası sonunda damadı 1. Kılıçaslan tarafından öldürülerek ödeyecekti. 1081 de Anadolu Selçuklu devletinin denizci paşası Çaka bey tarafından Türk deniz kuvvetleri kurulmuştur . Bu tarih deniz kuvvetlerimizin kuruluş yıldönümüdür. Bir Türkmen beyi olan Emir Çaka bey 17 çektiri, 33 yelkenli olmak üzere 50 parçalık bir deniz kuvvetini İzmir de yaratmıştır. Türkleri denizlerle kaynaştıran ilk öncü, Emir Çaka Bey olmuştur. Çaka Bey, İzmir’de o döneme göre modern sayılabilecek bir tersane yaptırmış ve tersane civarındaki bölgeyi deniz üs kompleksine dönüştürmüştür. Bu aşamadan sonra gemi inşa faaliyetlerine geçilmiş, kürekli ve yelkenli gemilerden oluşan 50 parçalık ilk Türk Donanması 1081 yılında inşa edilmiştir. Bu yıl, Türk Deniz Kuvvetleri açısından son derece önemlidir. Çünkü, 1081 yılı Deniz Kuvvetlerinin kuruluş yılı olarak kabul edilmektedir. Aynı yıl Emir Çaka Bey, ilk Türk Donanması ile Ege’nin sıcak sularına yelken açmıştır. Çaka Bey, 17 çektiri ve 33 yelkenli olmak üzere toplam 50 savaş gemisinden oluşan Donanmasını, seri taktik manevralarla ustalıkla sevk ve idare etmiş; düşmana en zayıf yerlerinden ard arda darbeler indirmiştir. Bizans Donanması ağır kayıplarla geri çekilmek zorunda kalmıştır. Daha sonraları Emir Çaka Bey denizlerdeki hakimiyet alanını genişletmiş, donanması ile Çanakkale’ye kadar yaklaşmıştır. Haçlı Seferleri’nin 1096 yılından başlayarak Anadolu’da yoğunlaştığı dönemlerde, Türkler büyük baskı altında tutulmuştur. Bu gelişmeler, Anadolu Selçuklu Devleti’nin denizlere yönelik faaliyetlerini büyük ölçüde engellemiştir. Ancak, yine de bu dönemde, İki Denizin Sultanı (Sultan-ül Bahreyn) unvanı verilen Anadolu Selçuklu Sultanı I. Alaeddin Keykubat, Alanya ve Sinop Tersanelerinde inşa ettirdiği gemilerle filolar kurmuştur. Çaka Bey, Selçuklu Ordusunun gözü pek akıncı liderlerinden birisi olarak, Türklerin savaşa savaşa Batı’ya yönelik ilerleme sürecinde, 1078 yılında Bizans’a esir düşmüş ve İstanbul’a gönderilmiştir. Çaka Bey, İstanbul’daki esaret döneminde deniz ve denizciliğe karşı tutku derecesinde bir ilgi duymaya başlamıştır. Bizans İmparatoru’nun 1081 yılında değişimi sebebiyle İstanbul’daki karışıklıklardan yararlanarak kaçmayı başaran Çaka Bey, Beyliğinin askerleri ile yeniden bir araya gelerek; İzmir’i, ele geçirmiş ve müstakil bir Türk Beyi olarak sınırlarını genişletmeye başlatmıştır. Haçlı Seferleri’nin 1096 yılından başlayarak Anadolu’da yoğunlaştığı dönemlerde, Türkler büyük baskı altında tutulmuştur. Bu gelişmeler, Anadolu Selçuklu Devleti’nin denizlere yönelik faaliyetlerini büyük ölçüde engellemiştir. Ancak, yine de bu dönemde, İki Denizin Sultanı (Sultan-ül Bahreyn) unvanı verilen Anadolu Selçuklu Sultanı I. Alaeddin Keykubat, Alanya ve Sinop Tersanelerinde inşa ettirdiği gemilerle filolar kurmuştur. Türk denizciliği, Barbaros Hayreddin Paşa, Kılıç Ali Paşa gibi Büyük Amiralleri, Piri Reis, Ali Macar Reis gibi evrensel deniz haritacılığının öncüleri ile Dünya Denizcilik Tarihi’ne damgasını vurmuştur. Osmanlı devleti Denizlerde güçlü oldukları dönemlerde, adeta mucizeler yaratan, altın çağını yaşayan, Akdeniz’i neredeyse bir iç deniz haline getiren Türkler, denizlerden çekildikleri dönemlerde çok ağır bedeller ödemişlerdir. Osmanlı Beyliği, Doğu Marmara’da kesin bir hakimiyet sağlayınca, deniz gücünün kurumsallaşması için çalışmalar başlatılmıştır. Karamürsel’de 1327 yılında ilk Osmanlı Tersanesi kurulmuş, burada ilk Osmanlı savaş gemisi inşa edilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun modern bir devlet anlayışı ile denizlere yönelik teşkilatlanması Sultan Yıldırım Bayezid döneminde (1389-1403) başlamıştır. Gelibolu Deniz Üssünün 1401 yılında tamamlanması ile birlikte “Kaptan-ı Derya/Kaptan Paşa” terimi de Osmanlı Deniz Kuvvetlerinde yerini almıştır. Saruca Paşa Türk deniz tarihinin ilk Kaptan-ı Deryası olmuştur. Fatih Sultan Mehmet döneminde, İstanbul’un fethini müteakip, Osmanlılar Ege ve Karadeniz’de mutlak bir hakimiyet sağladıktan sonra Akdeniz’e ilerlemişlerdir. Fatih Sultan Mehmet 1455 yılında Kasımpaşa’da İstanbul Tersanesi (Tersane-i Amire)’ni kurmuş ve bu tersane dünyanın en büyük tersanelerinden birisi olarak tüm yabancı ülkelerin hayranlığını kazanmıştır. II. Bayezit döneminde yakın doğu ve akdenizde büyük başarılar elde etmiş Osmanlı donanması daha sonraları . Fatih sultan mehmet’in kendisine “karaların ve denizlerin sultanı “ dedirten vizyonuna ulaşamamıştır Bu dönemde Türk deniz bilimcileri dünya denizciliğine büyük katkıda bulunmuşlardır. Muhiddin Piri Reis, Türk denizcilik tarihinde tüm dünyada büyük yankılar uyandıran kartografi çalışmaları ile büyük bir yer tutmuştur. 1513 ve 1528 yıllarında iki ayrı dünya haritası yapmıştır. Milli müzeler müdürü Halil Edhem ELDEM, 1929 yılında, Topkapı Sarayı'nın eşsiz hazinelerinden biri olan Piri Reis haritasını ortaya çıkardı. Harita o sıralar İstanbul'da araştırma yapan Alman doğu bilimci Prof. Paul Kahle tarafından incelenip, 1931 yılında Leiden'de toplanan 18. Doğubilimleri Kongresi'nde dünya bilim çevrelerine sunuldu. İstanbul basınında yer alan yazılardan sonra Ankara'ya taşınan harita, Atatürk ve tarihçileri tarafından incelendi. Atatürk'ün özel ilgi ve emirleri ile devlet matbaasında aynısının basımı yapıldı. Birinci Dünya Haritası adı ile anılan ve deve derisi üzerine çizilen, dokuz renkte boyanıp resimlenmiş harita 86 cm. boyundadır. Üst kısmının genişliği 61 cm, alt kısmının ise 41 cm'dir. Dikkatle bakıldığında, haritanın sağ yanından boydan boya kopmuş olduğu göze çarpar. Alt kısmının genişliğinin kısa oluşu derinin olağan yapısındandır. Bu kopma dolayısıyla Birinci Dünya Harita'sından geriye Atlas Okyanusu'nun boydan boya iki kıyısı kalmıştır, İspanya, Fransa, Amerika'nın doğu kısımları ile Florida kıyıları, Antiller, Güney Amerika'nın doğu bölümü bugünkü haritalara yakın doğrulukta çizilmiştir. Harita tipik bir deniz haritasıdır. Enlem ve boylam çizgileri yerine rüzgar gülü ve yön çizgileriyle, efsanevi ve gerçekçi resimlerle süslenmiştir. . 1517 seferi sırasında Osmanlının Okyanus devleti olma yolunda önemli bir gelişme oldu. Sefere gemi kaptanı olarak katılan Piri Reis, yaptığı muhteşem dünya haritasını 1517’de bizzat Yavuz Sultan Selim’e sundu. Maalesef, haritanın Osmanlının denizci stratejisi ve genel politikası üzerinde hiçbir etkisi olmadı. Yavuz’un ve Sadrazamı Piri Paşa’nın da haritaya ne tepki verdiği bilinmiyor. Demek ki, bu çalışmanın ne denli önemli bir çalışma olduğu ve okyanuslara açılmak için bir rehber olabileceğinin kimse farkına varamamıştı. Kim bilir harita sarayda nereye konmuştu? Bazı kaynaklar, 1929’da Topkapı Sarayı’nda üçte birlik parçası bulunan haritanın üzerinde yemek kırıntıları olduğunu yazmaktadır. Merak etmemiz gereken bir başka husus da, Hızır Hayrettin Paşa’nın 1533’de derya kaptanı olduğunda Piri Reis’in dünya haritasını görüp görmediğidir. O dönemde 20 yaşında olan harita kim bilir nerelerdeydi? Harita üzerinde yer adlarının yanı sıra, keşif tarihi, efsanevi bilgiler, haritanın oluşumu hakkında notlar vardır. Harita eşsiz bir tablo güzelliğine sahiptir. Görselliğin bu denli öne çıkması, eserin Osmanlı sultanına sunulacak olmasından kaynaklanmıştır. Haritada bulunan rüzgar gülü sayısı üçü küçük, ikisi büyük olmak üzere beştir. Güney Amerika'nın kuzeybatı bölümünde yer alan satırlarda imzası açıkça okunan Piri Reis harita üzerine düştüğü notlarında, bilim adamlarına yakışan bir dürüstlükle haritasının kaynaklarını açıkça belirmiştir. Piri Reis, haritasında Amerika'nın keşfi ile ilgili bilgiler vermiş ve Amerika kısmını Christoph COLOMBUS'un haritasına dayanarak çizdiğini not düşmüştür. Diğer bir çalışmada Piri Reisin Dünya Denizcilik Tarihi’ne bir hediyesi olan 1521 ve 1525 yıllarında iki kez yayınladığı ünlü, “Bahriye (Kitab-ı Bahriye)” adlı kılavuz kitabıdır. Bu emsalsiz çalışmada, Ege ve Akdeniz her açıdan incelenmektedir. Üç kıtaya yayılan ve 1517 yılından sonra Hint okyanusuna ulaşan imparatorluk bunu okyanus imparatorluğuna dönüştürememiş, imparatorluğun jeopolitik çıkarlarının okyanustan geçtiğini görememiş, Kanuni döneminde bile nüfusu bir milyonu bulamayan Portekiz’e karşı bu güçlerini kullanamadı Yavuz Sultan Selim’in Mısır’a yönelik kara harekatında Türk Donanması çok büyük lojistik destek sağlamıştır. Sultan I. Selim (1512-1520) tarafından Mısır’ın fethinden sonra, Osmanlı İmparatorluğu, Kızıl Deniz ve Hint Okyanusu’nda faaliyet göstermeye başlamıştır. Sultan I. Selim’in ölümünden sonra Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) da Osmanlı Donanmasının gelişimine büyük önem vermiş, Türk Denizciliğine altın çağını yaşatmıştır. Bu dönemde Barbaros Hayreddin Paşa, kardeşleri Oruç ve İlyas Reisler, Selman Reis, Murat Reis, Seydi Ali Reis gibi bir çok ünlü Türk Denizcisi Akdeniz’de mutlak bir hakimiyet kurmuştur. Kanuni Sultan Süleyman, 1533 yılında Barbaros Hayreddin Paşayı İstanbul’a davet ederek, Kaptan-ı Derya ilan etmiştir. Barbaros Hayreddin Paşa, İstanbul Tersanesi’nde yeni gemiler inşa ettirerek, Donanmayı daha da güçlendirmiş ve Deniz Kuvvetini Osmanlı Devleti’nin denizlerdeki uzantısı ve dış politikasının vazgeçilmez bir unsuru haline getirmiştir. Osmanlı devletinin en büyük donanma komutanı ve kaptanı Barbaros Hayrettin Paşa, 1478 yılında Midilli’de doğdu, 1546 yılında İstanbul’da öldü. Asıl adı Hızır’dı. Avrupalılar sakalının (Barbo) kırmızı (Rosso) olmasından dolayı ona Barbaros adını takmışlardı. Osmanlı padişahı Kanuni Sultan Süleyman döneminde Akdeniz’deki Osmanlı egemenliğini doruk noktasına taşıyan, Akdeniz’i “Osmanlı gölüne” dönüştüren kaptan, Barbaros Hayrettin Paşa idi. Barbaros Hayrettin Paşa’nın gemisine çektiği kendisine özgü bir sancağı vardı. Yeşilin hâkim olduğu bu sancak üzerinde şu simgeler bulunmaktaydı: • En üstte, Kuran’ın Saff Suresi’nin 13. Ayeti’nden bir bölüm.( Seveceğiniz bir şey daha var: Allah'tan yardım ve yakın bir fetih.. Müminleri müjdele.) • Ortada, Hz. Ali’nin ünlü çift ağızlı kılıcı Zülfikar’ın resmi. • Her iki yanda, Dört Halife’nin adları: Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali. • En altta, sonraları Davut Yıldızı olarak anılacak altı köşeli yıldız, yani Hz. Süleyman’ın mührü bulunmaktadır. Barbaros Hayrettin Paşa’nın özel sancağı bize, İslam’la ilgili simgelerin yanında, Barbaros’un Hz. Ali’ye olan hayranlığını ve bağlılığını göstermektedir. Bu sancak onun 1546’da ölümünden sonra türbesine konulmuştur. Barbaros Hayreddin Paşa, üstün denizcilik bilgisi ve tecrübesinin yanı sıra emsalsiz bir taktisyen olduğunu, 27 Eylül 1538 tarihinde Preveze Deniz Savaşı’nda göstermiştir. Taktik baskının yarattığı sürpriz etkisi Andrea Doria komutasındaki Haçlı Donanmasını şaşkına çevirmiş, Haçlı Donanması panik içerisinde dağılarak, büyük kayıplarla geri çekilmek zorunda kalmıştır. Bu zafer, Osmanlı Devletini Akdeniz’in tartışılmaz hakimi yapmıştır. Preveze Deniz Zaferi, büyük bir şeref ve gurur abidesi olarak Türk denizcilerine ışık tutmakta ve zaferin kazanıldığı 27 Eylül günü her yıl Deniz Kuvvetleri Günü olarak kutlanmaktadır. Kanuni Sultan Süleyman, 1543 yılında İspanya karşısında zor durumda kalan Fransa’nın yardım talebi üzerine Barbaros Hayreddin Paşa komutasındaki 110 kadırgadan oluşan Donanmayı Fransa’ya göndermiştir. Bu sefer Barbaros Hayreddin Paşanın son seferi olmuş ve Barbaros Hayreddin Paşa, Büyük Türk Amiralleri arasındaki yerini almıştır. Kanuni Sultan Süleyman’ı takip eden hükümdarların deniz sorunlarına aynı duyarlılıkla yaklaşmamaları, Kaptan-ı Deryalık makamına denizcilikle ilgisi olmayan, ancak Saray’a yakın olan paşaları getirmeleri Osmanlı İmparatorluğu’nun denizlere hakim olduğu altın çağının yavaş yavaş etkisini kaybetmesine sebep olmuştur. Nitekim bunun ilk acı örneği, 1571 yılında “Lepanto (İnebahtı) Deniz Savaşı”nda yaşanmıştır. Bu savaşta, Osmanlı Donanması’nın üçte ikilik bir kısmı, Kıbrıs Adası’nı almak üzere tesis edilen Haçlı Donanması tarafından yok edilmiştir. Donanmanın Sol Kanat Komutanı ve Cezayir Beylerbeyi olan Uluç Ali Reis, ancak 40 gemiden oluşan kendi birliğini başarılı taktik manevralarla kurtarmayı başarabilmiştir. Bu savaşta göstermiş olduğu cesaret ve feragatın karşılığı olarak Sultan II.Selim; Uluç Ali Reise, “Kılıç Ali Paşa” adını vererek, Osmanlı Donanması’na Kaptan-ı Derya olarak atamıştır. Birçok zorluğa rağmen Kılıç Ali Paşanın yoğun çabaları neticesinde, 1587 yılındaki vefatına kadar geçen on beş yıllık sürede Akdeniz’deki deniz kontrolü güçlüklere rağmen devam etmiştir. 26 parçalık Osmanlı Donanması, 1770 yılının Temmuz ayında Çeşme/İzmir’de, Rus Donanmasının baskınına uğramış ve tüm gemileri batmıştır. Bu yenilgi ile birlikte yaşanan olumsuz gelişmeler, Sultan III.Mustafa’yı çağdaş bilgilerle donatılmış deniz subayı yetiştirilmesi konusunda harekete geçirmiş ve bu kapsamda, Baron de Tott isimli Fransız mühendis Donanmayı iyileştirme çalışmalarında görevlendirilmiştir. Cezayirli Gazi Hasan Paşa tarafından, 18 Kasım 1773 tarihinde, “Tersane Hendesehanesi” adıyla Tersane’deki küçük bir bölümde bugünkü Deniz Harp Okulu’nun temeli atılmıştır. Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından bir yıl sonra, 20 Ekim 1827 tarihinde Yunan İsyanı sebebiyle Mora’nın Navarin Limanı’nda bulunan Osmanlı-Mısır Donanması, İngiliz-Fransız-Rus ortak filolarının baskınına uğrayarak, 58 gemi ve 6000 denizcisini kaybetmiştir. Navarin Faciası’nda Osmanlı Devleti, yalnız Donanmasını değil, aynı zamanda uzun yıllar içinde yetiştirdiği tecrübeli denizci personelin de hemen hemen tamamını kaybetmiştir. Osmanlı İmparatorluğu, 1853-1856 Kırım Harbi’nde, tarihinde ilk defa Batı ülkeleri ile işbirliği yapmıştır. Donanma, 30 Kasım 1853 tarihinde Sinop’ta Ruslar tarafından ani bir baskınla yakılmış, bu baskın büyük gemi ve personel kayıplarına neden olmuştur. 1853 yılının 30 Kasımı soğuk bir gündü. Kar atıştırıyordu. Günlerden Cuma idi. Ruslar o gün sürpriz olmayan bir baskınla Sinop limanında bulunan 12 gemilik Osmanlı filosunun tamamını imha etti. Osmanlı filosu sadece hafif tonajlı ateş gücü az firkateyn ve korvetlerden oluşuyordu. Aralarında kalyon yoktu. Yanan gemilerde bulunan 4.200 personelin 2.700’ü şehit oldu. 556 kişi ağır yaralandı. Toplam 944 kişi yara almadan kurtuldu. Filo komutanı Koramiral Osman Paşa esir düştü, yardımcısı Tümamiral Hüseyin Paşa şehit oldu. Bu üç baskının üçünde de Rus donanması yer almıştır. Kırım Savaşı’nın hemen öncesinde gerçekleşen Sinop Baskını, sadece Osmanlı donanmasının değil, aynı zamanda Osmanlı yönetimin de ne derece bir çürümüşlük içinde olduğunu gösteren acı bir olaydır. 4 Ekim 1853’de Osmanlı Devleti Rusya’ya savaş ilan etti. Osmanlı donanmasının durumu iyi değildi. Personel Karadeniz’e çıkmaya çekiniyordu. Personelin kışlık kıyafetleri yoktu. Ancak Rus donanmasına karşı mutlaka Karadeniz’e çıkıp eğitim yapılması gerekliydi. Kaptan Paşa Ruslar bizi görür de onlar da Karadeniz’e çıkarlar diye Karadeniz’e çıkmak istemiyordu. Osmanlı hükümeti donanmanın bu durumuna rağmen Ruslar gibi Karadeniz’de bir filo bulundurmaya heveslendi. Bunun üzerine Kaptan Paşa Bahriye Meclisini topladı. Donanmanın Sinop’ta kışlayarak Karadeniz’de bulunması kararlaştırıldı. Ancak bu karara, Sinop’un Sivastopol’e çok yakın olduğundan Rus donanmasının taarruzuna uğrama tehlikesi olduğu da ilave edildi. Babıali kararın sonunu beğenmedi. Amirallerin yetkilerini aştığı söylendi. Ve baskın gerçekleşti. Osmanlı donanması o tarihte bir geçiş dönemi yaşıyordu. Sistem değişikliği vardı. Açık göğüslü yelekler, şalvarlar ve kuşakların yerine yukarıdan aşağıya düğmeli setrelerle yanları şeritli pantolonlar gelmişti. Modern giyim tarzı müminlerin istedikleri vakit abdest alma ve namaz kılma alışkanlıkları ile uyuşmuyordu. Bir fırtına çıkıp da yelkenlerin başındaki erler arandığında onları secde halde namaza durmuş buluyordunuz. Subaylar, eğitimliler (mektepli) ve eğitimsizler (alaylı) diye ikiye ayrılıyorlardı. Mektepliler pratik bilgiyi küçümserken, alaylılar ise eğitimin denizciyi bozduğunu iddia etmekteydiler. Senelerden beri devam eden iltimaslı ve haksız rütbe terfileriyle liyakatlilerin terfiden uzak kalmaları mesleğin kıymetini düşürmüştü. İltimaslılara yer açmak için zorla emekliye sevk etmek, memuriyetten çıkarmak yüzünden de donanma, birtakım iyi subaylarını kaybetmişti. Rusya’ya harp ilan edilmesine rağmen Babıali’nin talimatına uygun olarak, Sinop’a gidecek filoya ilk önce ateş etmekten kaçınılması emri verilmişti. Savaş ilan ettiğiniz bir ülke gemisine ilk ateşi açmaktan kaçınma emri veriliyor. Ne kadar anlamsız değil mi? Kırım Harbi, Donanmadan yoksun bir kuvvetin Osmanlı İmparatorluğu’nun bekasını koruyamayacağının da bir göstergesi olmuştur. Bu da, Osmanlı Donanması’nın, özellikle buharlı ve zırhlı gemiler ile güçlendirilmesi gerekliliğini ortaya koymuştur. Donanmanın gelişmesine ve modernize edilmesine büyük önem veren ve bu konuda her türlü imkanı seferber eden Sultan Abdülaziz (1861-1876) döneminde, gerek yabancı ülke tersanelerinde, gerekse de İstanbul, İzmit, Gemlik ve Mudanya Tersanelerinde 25’i zırhlı olmak üzere 100’ü aşkın gemiyi ihtiva eden bir gemi inşa programı gerçekleştirilmiştir. Kurmay subay yetiştirmek üzere 1864 yılında “Erkan-ı Harbiye-i Bahriye Mektebi” (Deniz Harp Akademisi), Kasımpaşa’da Divanhane binasında kurulmuştur. Sultan Abdülaziz döneminde ağır dış borç yükü ile oluşturulan ve sayıca dönemin güçlü donanmaları arasında gösterilen Osmanlı Donanması, 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’nde etkin bir rol oynayamadığı ve yenilgiyi önleyemediği gerekçesiyle ve Amcasının tahtan indirilmesinde donanmanın etkisini gören sultan II. Abdülhamit donanmanın küçülmesini ve pasifize edilmesini düşünmüş haliç’e hapsedilen donanmanın bazı gemileri çürümüştür. Donanma Sultan II. Abdülhamit (1876-1909) tarafından otuz üç yıl boyunca Haliç’te atıl tutulmuştur. . 1897 Osmanlı- yunan savaşında haliçten çıkma emri verilen donanma Çanakale’ye zor varmıştır. Bu dönemde donanmasızlık sonucu II. Abdülhamit döneminde 1878 yılında Kıbrıs,teselya, Romanya, Karadağ, ve doğu Rumeli, 1881 yılında Tunus, 1882 yılında Mısır , 1897 yılında Girit, 1908 yılında Bulgaristan ve bosna hersek tamamen kaybedildi. Osmanlı 20. Yüzyıla donanmasız girdi. Donanma gemilerinin Haliç’te uzun yıllar hareketsiz tutulması, Osmanlı İmparatorluğu’nun denizcilik faaliyetlerine büyük bir darbe indirmiştir. Bu karanlık dönemin ilk ve en acı yansıması, 1864 yılında İstanbul Tersanesi’nde inşa edilen ve 13 yıl hiç seyir yapmamış olan Ertuğrul Fırkateyni’nin, iade-i ziyaret maksadı ile gittiği Japonya karasularında, 16 Eylül 1890 günü kayalıklara çarparak batması olmuştur. O dönemde tüm İmparatorluğu derin bir üzüntüye boğan bu olayın sonucunda 533 denizci personel şehit düşmüştür. Osmanlı imparatorluğu uzun soluklu bir deniz İmparatorluğu olamadı, 16. Ve 17. Yy larda kazanılan zaferler imparatorluğun denizci jeopolitik refleksini oluşturamadı. 1852-1866 yıllarında çeşitli ülkelerden alınarak Abdülaziz İngİltereden sonra dünyanın ikinci donanmasını yarattı. Değişik ülkelerden alınan gemilerde savaş için organize edilen doktrin birliği yoktu. savaşmak bir yana gemiler ciddi navigasyon hataları yapıyorlardı Bursa ve İzmir korvetleri 1866 da atlantikden hint okyanusuna giderken kaybolmuşlar aylar sonra sürüklendikleri brezilyanın rio de janerio limanında buluşabilmişlerdir. . Osmanlı donanmasının zafer yılları olan 16. Yy de kazanımları, okyanuslara yönelişi ve devletin deniz jepolitiğinde kurumsallaşmayı Piri reis gibi bir Akademisyen , Barboros hayrettin gibi bir stratejist ve amiraller rağmen tetikleyemedi. İmparatorluğun duraklama , gerileme ve çöküş dönemleri hep denizlerdeki gerileme ve kayıplarla başladı. 6 ekim 1571 de haçlı donanması karşısındaki İnebahtı yenilgisi Osmanlı donanmasının yenilmezlik mitini ortadan kaldırmış ve Akdeniz’in geleneksel denizci devletlerine psikolojik üstünlük sağlamıştır. İnebahtı yenilgisi Avrupanın denizci devletlerine Anadoluda Türklerin asla denizcileşmesine ve deniz gücü oluşturmalarına izin verilmeme sürecinin başlangıcıdır. Türkler denizci olmamalıydı. Hiçbir kara savaşında Osmanlıya karşı birleşemeyen haçlı orduları altı kez birleşerek haçlı donanması oluşturmuş ve Osmanlıya karşı savaşmışlardır. Osmanlı devleti hüküm sürdüğü sürece karasal ana ticaret yolları, Akdeniz, Karadeniz, Ege, Kızıldeniz ve Basra körfezindeki ipek ve baharat yolu ticaret merkezlerini karadan kontrol altına alabilmenin tembelliği ile denizlere ve Okyanuslara hakimiyeti devlet politikası haline dönüştüremedi. Osmanlı devletinde denizcilik gücünü ilgilendiren Ticaret, tersanecilik gibi alanlarda faaliyet gösterenler Ermeniler, Yahudiler ve Rumlardı. Daha sonraları kapitülasyonlar nedeni ile liman, acente, deniz işleri yabancı devletlere verilmişti. Asıl acı olan 1583 yılında şeyhülislamın İstanbul’daki veba salgınını bahane ederek İstanbul rasathanesini yıktırma kararı denizciliğe vurulan en büyük darbedir. Rasathaneyi yıkan top güllelerinin İnebahtı’nın tek kahramanı Kılıç Ali paşanın gemilerinden atılması donanmanın arkasındaki en büyük bilim ateşini söndürmüştü. Osmanlı elitleri denize yönelen halkların daha zengin, daha sanatkar, daha yaratıcı, daha meraklı, daha demokratik olduklarını Portekiz, Hollanda , İngiliz örneklerinden gördükleri halde değerlendiremediler, rusların tarihdeki yerini büyük Petro’nun denizci çıkışı ile olduğunu anlayamadılar. 1770 yılında çeşmede donanmamız yakıldığında bunun denizlere yönelmesi ve bilime geri dönülmesi gerektiğinin uyarısı olduğunu göremediler. Geleneksel denizci devletlerin Anadoluda deniz gücü oluşturmasına izin verilmeyeceğini donanmanın her güçlendiğinde Çeşme, Navarin ve Sinop ‘da yaşanan baskınlarda donanmanın nitelikli Amiraller tarafından yönetilmesi ve savaşa hazırlanması gerektiğini anlayamadılar. Nusret Mayın Gemisi, 8 Mart 1915 sabahı büyük bir gizlilik içerisinde Erenköy önlerindeki Karanlık Limanı’na intikal ederek mevcut 26 mayını yüzer metre aralıklarla 11’inci hat olarak, daha önce tesis edilen diğer 10 hattan farklı şekilde, sahile paralel olarak dökmüştür. 18 Mart 1915 günü, İngiliz Donanmasına ait Irresistible ve Ocean zırhlıları ile Fransız Donanmasına ait Bouvet zırhlısı batmış, Müttefik Donanmaya ait Gaulois, Suffren, Inflexible Zırhlıları ağır hasar almış, bir çok zırhlı da Kıyı Bataryalarının ateşi nedeniyle çeşitli yaralar almıştır. Çanakkalede Nusret ve karanlık limanda savaşın kaderini değiştirdi. Ancak donanma olsaydı bizler işgalcileri Ege de karşılamış olsaydık şehit sayımız az olabilirdi. SSCB ile TBMM arasında 24 ağustos 1920 tarihli anlaşma gereği 1918 ile 1922 arasında Sovyet limanlarından İnebolu, Trabzon ve Samsun limanlarına 300.000 ton savaş malzemesi İstanbul’dan Anadolu’ya kaçan bir avuç deniz subayı ve Karadenizli takacılar sayesinde taşındı. 26 ağustos 1922 sabahı 05.30 da Kocatepe’den gürleyen topçu ateşinden Dumlupınar’da savaş kazanılmış batı cephesi birliklerine Atatürk’ün verdiği “ ORDULAR İLK HEDEFİNİZ AKDENİZDİR İLERİ” emri aslında sadece askeri emir değil Anadolu’nun denizler ile buluşmasına yönelik bir jeopolitik bir emirdir. Dokuz asırlık Türk tarihi, Orta Asya ve Horasan ikliminden Akdeniz'e yönelmeyi ve ulaşmayı amaçlamaktaydı. Binaenaleyh, imparatorluğun bu mirasının elden çıkmasını Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın ne askeri dehası ne de medeniyet tarihi anlayışı uygun görürdü. Ordulara yönelik "İlk hedefiniz Akdeniz'dir" emri işte bu konuyla ilgili kesin bir emirdir ve meydan savaşının kazanılmasından dokuz gün sonra ordular İzmir'e bu emirle girmişlerdir. 29 ekim 1923 sabahı Bahriye-i hümayun Osmanlı donanması tarihdeki yerini ve nöbetini Türkiye cumhuriyeti bahriyesine bıraktı yani “ TCB” savaş gemilerimiz Türkiye cumhuriyeti gemisi “ TCG” adını almıştır. Atatürk gerçekçiliği, bilimi ve aklı harmanlayan bir devlet adamıydı. Donanmaya çok önem vermiş, denizciliği teşvik etmiş, bu coğrafyanın donanmasızlığa tahammülü olmadığını bilen, okuduklarından ve yaşadıklarından Osmanlı donanmasının tüm yenilgi ve baskınlarında saraydan yetişme karacı generallerin stratejik hatalarını görmüş , Osmanlı donanmasının jeopolitik bir varlık olmadığın tahlil etmiş bir askeri dehadır. Çanakkale’ de savaşırken gözü denizdedir. Her gün bombardıman altında bir deniz gücünün ateşini yaşamış bir komutandı. Cephedeki Mustafa Kemal’in “GÖZÜM SAKARYA’DA, DUMLUPINAR’DA, KULAĞIM İNEBOLU’DA” şeklindeki sözleriyle savaşta limanın ve denizin stratejik önemini anlatıyordu. İlk dönemlerde bile denizaltı aldırmış bunlara saldıray, batıray, atılay, yıldıray gibi Türkçe isimler vermiştir “ 20 eylül 1924 günü TCG Hamidiye kruvazöründe geminin jurnaline şunları yazdı “ Hudutlarının mühim ve büyük aksamı deniz olan Türk devletinin donanması da mühim ve büyük olmak gerekir. O zaman Türk cumhuriyeti daha müsterih ve emin olacaktır.” Atatürk 1930’larda Akdeniz’de sözü geçen bir donanma kurmayı başarmıştı. O donanma sayesinde İkinci Dünya Savaşı’nın ön sarsıntılarından etkilenmedik. Ancak Atatürk öldükten sonra donanmamız öksüz kaldı. Savaşa girmediğimiz halde, donanmanın yetersizliğinden bize ait olan ve İtalya tarafından Türkiye’ye terk edilen On İki Adaları bile alamadık. Osmanlı devletinin önce denizlerde yenildiğini daha sonra çöktüğünü fazla irdelemedik. Atatürk hariç, diğer sivil ve askeri yöneticiler denizlerdeki uzun vadeli jeopolitik ve jeostratejik ülke çıkarlarını fark edemediler. Çünkü konuya ilişkin yeterli uzman ve personelimiz yoktu. Özellikle Ege’deki çıkarlarımızla ilgili Yunanistan’ı takip etmek zorunda kaldık. 1936’da Yunanistan karasularını 3 milden 6 mile çıkardığında bizde fazla düşünmeden çıkardık. İtiraz etmedik Atatürk’ün 1930’larda oluşturduğu Türk donanması, Akdeniz’deki en kuvvetli deniz güçlerinden biri haline gelmişti. Cumhuriyet 7 yıl içinde bunu başarmıştı. Atatürk’ün vakitsiz ölümü ve arkadan gelen İkinci Dünya Savaşı nedeniyle Türk donanması yaklaşık on yılı aşkın bir süre statik bir durumda kaldı. Fazla bir ilerleme olmadı. 1947 Paris Antlaşmasıyla Yunanistan’a verilen On İki Adalara itiraz etmedik. Oysa bu adalar İtalyan işgalindeydi ve bize aitti. 1952’de NATO üyesi olan Türkiye, ABD’den hibe ve ucuza alınan gemiler nedeniyle, ABD’nin lojistik bağımlığına girdi. Türkiye, 1963 yılında Kıbrıs’ta soydaşları katledilirken donanmanın ne işe yaradığını anladı. 10 yıl içinde hurdaya çıkan M-47 tanklarının motorlarını kullanarak kendi çıkarma gemilerimiz yaptık. Projeyi Vedii Birget Amiralimiz yürüttü. Nur içinde yatsın. Görüldüğü gibi en az 10 yıllık bir çaba ile deniz aşırı harekât yapacak konuma geldik. Çıkarma gemilerimizi yapmaya başladığımızda ABD bize, siz gemi yapmayın. Biz size istediğiniz kadar veririz dedi. Biz kabul etmedik. Kendi teknolojimiz geliştirdik. 1974’de bunun mükâfatını aldık. Tüm dünyanın hayranlığını kazanan bir zaferle bugünkü KKTC’nin sınırlarını çizdik. Türk Deniz Kuvvetlerimiz milli sanayi yolunda liderlik yaptı. 1963’den başlayan bir atılımla, 1974 Kıbrıs Harekâtı sonrası uygulanan ambargo ile kendine geldi. Milli ve kendine yeterli bir deniz kuvveti oluşturmanın yolları o zaman arandı. Ülkemiz 92 yıllık Cumhuriyetimiz sayesinde dünya çapında bir donanmayı yaratmayı başardı. Bu sürece katkısı olan her millet ferdine sonsuz teşekkürler. Türk Deniz Kuvvetlerini el birliği ile koruyalım, yükselmesine destek verelim. Cumhuriyet donanması çeşitli yıllarda gelişmeye devam etti ancak küresel bir donanma değildi. 1964 yılında Kıbrıs’a müdahele kararı alan İnönü hükümetinin Johnson mektubu ile buna cesaret edememesi donanmayı göndeme getirdi. Artık doğu akdeniz ve donanma tartışılyor. Gemiler inşa edilip, limanlar ve üsler kurulmaya başlandı. Deniz kuvvetleri güçlendirme vakfı kuruldu. 1967 yılında Kıbrıs da kan dökülmeye başladığında Türk donamasının denizaltıları ve bazı gemileri bölgeye gönderilmiş. Türk donanması’nın bu kararlı tavrı Yunanlıların adadan çekilmesini sağladı. 15 temmuz 1974 günü Kıbrıs da darbe olup kan dökülmeye başladığında Türk hükümeti darbeden 48 saat sonra adaya çıkarma emri verdi. 50 yıldır savaşmadığı halde Cumhuriyet donanması Girne kıyılarına denizaşırı anfibik harekat başarabilmiş deniz piyadelerimiz darbeden 120 saat sonra Girne’de kıyı başını tutabilmişlerdir. Dünya da bu başarının dünya tarihinde bir örneği yoktur. Alarm durumuna getirilen donanma hazırlıklarını tamamlayarak Kıbrıs’a tarih’de yapılan tüm çıkarmalar Magosa’dan yapılmasına rağmen GİRNE bölgesindeki Yavuz (pladini) Plajına 20 temmuz 194 günü saat 03. 00 sat komandoları temizleme harekatına başlamıştı. Saat 07.30 da ise dünya da ilk defa 70 adet helikopter ile Girne’ye indirme yapıldı. Üç alay kuvvet kıyıya çıkarılmış Dünyanın en zor harekatı olan kara deniz hava işbirliği olan çıkarma gerçekleşmiştir. Burada hava ve deniz kuvvetlerimiz arasındaki koordinesizlik nedeni ile Türk savaş uçaklarınca TCG KOCATEPE muhribi batırılmış 54 denizcimiz şehit olmuştur. Kıbrıs barış harekatından sonra ABD nin uyguladığı ambargo Türk deniz kuvvetlerini büyük bir çalışmaya yöneltti başka ülkeler ile anlaşmalar yapıldı, gölcük ve taşkızak tersanelerinde gemiler inşa edilmeye başlandı. HAVELSAN, ASELSAN ve ROKETSAN gibi milli kuruluşlar kuruldu. Alman tersanelerinde inşa çalışmalarına Türk mühendisler katılarak gemiler inşa edildi. Milli denizaltılarımız Gölcük de imal edildi. 2-ekim -1992 de egede planlı nato tatbikatında ABD saratoga gemisinden iki adet füze ateşlenerek TCG MUAVENET gemimizi vuruldu gemi komutanı ve dört asker şehit oldu.bu olayı araştıranlar 3 –ekim – 1992 de TSK tarafında orgeneral Eşref bitlis komutasında başlatılan 4500 pkk lı teröristin saf dışı edildiği tarihinin en büyük operasyonunun caydırılmasının hedeflendiği, bu olayın ardından 6 ay içinde Eşref bitlisin uçağının ve uğur mumcunun öldürülmesini ABD nin örtülü operasyonlarına bağlayanlar olmuştur. Türk donanması ana üssü olan gölcük depremi donamayı ağır hasara uğrattı. 420 personel şehit oldu. Binalar yıkıldı. Havuz hasar gördü . Bu arada Marmaris aksaz üssüne taşınması bile tartışıldı. 30 ocak 1996 günü kardak kayalıklarına yönelen Türk SAT komandoları yunan hükümetine ve denizcilerine unutulmayacak bir ders vermişti. Bu kriz aslında denizcileşen Türkiye’nin ege merkezli gücünün test edilmesidir. Bu olay sonrasında ABD Türkiyeye parasını ödediğimiz TCG GAZİANTEP, TCG GEMLİK , TCG GİRESUN Fırkateynlerini vermemiş 660 denizcimiz ABD de bekletilmiş 1996 yılından 1998 yılına kadar ABD bu gemileri engellemiştir. Bu dönemin en önemli gelişmelerinden birisi de, 1987 yılında Aksaz Deniz Üssü’nün Ege ile Akdeniz’i buluşturan stratejik bir mevkide tesis edilmesidir. Böylece, hem Türk Deniz Kuvvetleri hem de dost ve yabancı ülke gemilerini üs ve liman kolaylıkları açısından desteklemek üzere ilave bir yetenek kazanılmıştır. 1993 yılında gemi mühendislerimiz Hollanda’ya yazılım konusunda görevlendirildi. MİLGEM ( milli gemi) Projesi başlatıldı ve bu mühendislerimiz tarafından gururumuz GENESİS projesi yaratıldı. Türk denizaltıları Akdeniz ve Egedeydi, deniz kuvvetleri Akdeniz’in uluslararası sularında KISMETİM 1 VE LUCKY S gemilerine müdahele ederek operasyon yapmış ve dünyaya ilan etmişti. 1998-1999 yıllarında Azerbaycan, Arnavutluk ve Gürcistana deniz harp okulu kuran Türkiye dost ve kardeş ülkelerden Arnavutluk , Azerbaycan, Türkmenistan, Gürcistan, Bulgaristan, Pakistan,Ukrayna, Bangladeş, güney köreden deniz lisesi ve harp okuluna öğrenci almıştır. 2000 yılının başlarından itibaren deniz kuvvetimiz gerçek anlamda bir açık deniz kuvveti hüviyeti kazanmıştır. Türk Deniz Kuvvetleri bu yıllarda harbe hazırlık seviyesi ve harekat kabiliyetini önemli ölçüde geliştirmiştir. Bu dönemde, Kara ve Hava Kuvvetleri ile yapılan tatbikatlar ile müşterek harekata yönelik büyük ilerlemeler kaydedilmiş; Hava Kuvvetleri uçakları ile Orta ve Doğu Akdeniz de dahil olmak üzere, açık denizlerde müşterek harekat icra edebilme yeteneği artırılmıştır. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı bağlısı tersanelerde milli imkân ve kabiliyetler ile savaş gemisi tasarlama ve inşa etme gücüne ulaşılmıştır. Bu gücün somut göstergesi olarak tamamen yerli tasarıma ve milli imkanların azami ölçüde kullanılması ilkesine dayanan MİLGEM projesinin ilk gemisi TCG HEYBELİADA (F-511) 27 Eylül 2011 tarihinde, ikinci gemi TCG BÜYÜKADA (F-512) ise 27 Eylül 2013 tarihinde hizmete girmiştir. Üçüncü gemi BURGAZADA'nın ilk kaynağı yapılmış, projenin ilk gemilerinde elde edinilen tecrübelerin de etkisiyle, sözleşme tarihine göre yaklaşık 1 yıl önce, Nisan 2016 tarihinde denize indirilmiştir. Gölcük ve İstanbul Tersanelerinde modern su üstü ve denizaltı platformlarının inşasına devam edilmektedir. AMFİBİ PROJESİ kapsamında inşa edilen ilk gemi olan BAYRAKTAR 3 Ekim 2015 tarihinde denize indirilmiştir. Bunlarla paralel olarak, sivil tersanelerimizde ilk defa bir harp gemisi sayılabilecek TUZLA sınıfı karakol botları inşa edilerek hizmete girmiştir. Kosova harekatında donanmaya ait gemiler görev yaptılar, Akdeniz’deki sayılı Deniz Kuvvetleri arasında yer alan Türk Deniz Kuvvetleri, Somali’den Japonya’ya, Cebelitarık’tan Panama’ya, Kuzey Atlantik’ten Hint Okyanusu’na kadar, tüm denizlerde Türk Sancağı’nı şerefle dalgalandırmış ve dalgalandırmaya devam edecektir. 1-mart- 2003 tarihinde ABD kuvvetlerinin yanında Türk silahlı kuvvetlerinin kuzey Irak’a gönderilmesi tezkeresi reddedildi. Bu olayı ABD asla affetmedi. Deniz kuvvetlerimiz 2003-2005 yıllarında atılım yaparak MİLGEM projesi kapsamında Havelsan , Aselsan, Tübitak dahi birçok sanayi kuruluş işbirliği başladı gemiler kızağa konmaya başlamıştı. Denizlerimizde tatbikat yapan açık denizlerde gezinen, deniz piyadelerinin Afganistan ve kosovada görev yaptığı donanma. 2007-2009 döneminde Türk donanması Türk dış ticaretinin 40 milyarlık kısmının ayda 150 Türk ticaret gemisinin hint okyanusundan geçtiği yerde bir deniz kuvvetleri bulunduran Türkiye, güney Kıbrıs ile İsrail ile anlaşma gereği petrol arayan İsrail gemilerini uzaklaştıran Türkiye TCG Heybeliada MİLGEM korvetini denize indiren , TCG Büyükada korvetini kızağa koyan Türkiye artık çok olmuştu. Milli gemide atağa geçen Türkiye, son bir yılda 6 yeni milli gemiyi ya denize indirildi ya da donanmaya teslim etti. Deniz haydutluğu kapsamında seydi ali reis, piri reis ,selman reis, ve kurdoğlu gemilerimiz hızır reisden 40 asır sonra hint okyanusunda güvenlik harekatı yapıyorlardı, somalide deniz üssü kuran bu yoksul ülkeye yardım eden Türkiye . Yeni askeri üs Mogadişu Havaalanı'na, Mogadişu Limanı'na ve Türkiye tarafından 2013 yılında inşa edilen hastaneye yakınlığıyla çok mühim bir konuma sahip. Üs, yaklaşık 50 milyon dolara mal olacağı tahmin edilen birkaç eğitim tesisinin de bulunacağı 400 hektarlık bir alanı kaplayacak. En başta tek seferde -tabur seviyesine denk- 500 Somalili askerin eğitim görebileceği bildirilmiş olsa da, çıkan son haberlerde tek seferde bin 500 Somalili askeri personelin eğitim görebileceği tesislerde 200 personelden oluşan bir Türk birliğinin görev yapacağı belirtiliyor. Türk deniz kuvvetleri 2010 yılında Akdenizde Preveze deniz savaşından sonra en büyük gücüne ulaşmıştı. Nüfusu Kadıköy kadar olmayan Güney Kıbrıs Rum kesimi, Doğu Akdeniz’i tamamen sahiplendi. Eskiden Türk Donanması’nın en küçük tatbikatını BM veya AB’ye şikayet eden hatta AB 2009 Türkiye ilerleme raporunda ismen Türk Deniz Kuvvetleri’ni saldırgan olarak kaydettiren Rumlar 2003’te tek taraflı ilan ettikleri ve Türkiye ile KKTC’nin çıkarlarını yerle bir eden münhasır ekonomik bölgede petrol ve doğal gaz zenginliklerini İsrail ile sömürmelerine tek engel Türk deniz kuvvetleriydi. Öyleyse engel olunmalıydı. Bu esnada deniz kuvvetleri eski komutanı İlhami erdil’in yolsuzluk suçlaması ile yargılanmasındaki hedef deniz kuvvetleriydi. Bu mahkeme halka açık yayınlandı ve kurum olarak deniz kuvvetleri yıpratılmaktaydı. Feto örgütü bu dava üzerinden Deniz kuvvetlerini itibarsızlaştırma kampanyası başlattı. 11- şubat-2011 günü başbakan Recep Tayyip Erdoğan Gölcük de saat 16.00 da MİLGEM PROJESİNDE inşa edilen NUSRET savaş gemisini deniz indirmiş gururumuz Nusret suya kavuşmuştu. Çanakkale savaşlarının kahramanı Nusret aslına uygun inşa edilmişti. Tarihin akışını değiştiren bu geminin doğduğu gün feto terör örgütünün hain savcısı Beşiktaş adliyesinde 10 . ağır ceza mahkemesinde saat 23.00 de 163 denizci subay tutukladı. Kaderin gücü bu kadar çarpıcı olabilirdi. Donanmaya Nusretin katıldığı gün Cumhuriyet donamasının komuta katına ölümcül bir saldırının darbesi aynı güne rastlamıştı. Emperyalizm 18 mart 1915 in intikamını Nusretin doğduğu saatte donanmanı en kahramanlarını tutuklayarak almıştı. Feto terör örgütünün savcı-hakim-polis üçlüsünün işbirlikçi hain kadroları dış istihbarat örgütlerinin ellerine verdikleri hain düzmece kirli planlarını ortaya koymaya başladılar hedef Türk deniz kuvvetleriydi. AMİRALLERE SUİKAST, POYRAZKÖY davaları başlatıldı. Donanmanın en iyi kadroları, en seçkin birliği SAT komandoları , donanmanın en seçkin denizcileri iftira ile tutuklandılar. o dönemin deniz kuvvetleri komutanı bile bu düzmecelere inanmıştı asıl hedefin donanma olduğunu fark edemedi. Türkiye’nin ilk milli gemisi olan TCG Heybeliada, 27 Eylül 2012 tarihinde yüzde 60 milli katkı payı ile Deniz Kuvvetlerinin İstanbul tersanesinde tamamlanmış ve donanmaya teslim edilmiştir. Böylece Deniz Kuvvetlerine sahip 130 ülke içinde Türkiye kendi savaş gemisini yapabilen 14 ülke arasında yer almıştır. Bu başarı da çok görülmüştür. Sahte davalar ile artık mühendislerin de hedefe alınması, Türkiye’nin bu yüksek başarısına en büyük darbeyi indirmiştir. Milgem’e hayat veren mühendisler ile bu projeye en büyük katkıyı sağlayan HAVELSAN Genel Müdürünün isimli davalar ve sahte deliller ile tutuklu bulunması da tesadüfle ve hayatın normal akışı ile izah edilemez. Başlarına neler geleceğini gören genç mühendislerin bahriyeden ayrılmaları da her halde birilerini çok sevindiriyordur. Bu olağanüstü başarılar özellikle dünya deniz düzeninin jandarması olan ABD ve peşindeki Avrupa-Atlantik yapının çok gözüne batıyordu. 2008 yılından itibaren Deniz Kuvvetlerine maalesef kendi hükümetinin ve parlamentosunun gözleri önünde akla hayale gelmeyecek iftira ve yalanlara dayalı komplolar kuruldu. Amiral ve subayları mütareke döneminde yaşanana benzer karalama kampanyaları ile itibarsızlaştırıldı. Aslında bu operasyonun perde arkasındaki asıl makro hedefin, Türkiye’nin denizcileşmesi ve bölgesel bir Deniz Gücü olmasının engellenmesi olduğunu sorumlu mevkide olanlar da göremedi. Görmek istemedi. İlerde tarihin yazacağı üzere, Balyoz ve benzeri kurgu davalar yüzyılın en büyük komplosudur. Genelkurmay Başkanlığı ve Deniz Kuvvetleri komuta heyetinin yanlış durum muhakemesi ve hatalı kararları sonucunda, kendi ordusuna, donanmasına, hava kuvvetlerine ve savunma sanayine komplo kurma cesaretini bulanlar, sahte deliller ile beslenen değişik sahte davalar ile yüzlerce Amiral, general, subay ve astsubayı şiddet ve kapsamı genişleyen dalgalar halinde tutuklamaya devam ettiler. Bu komploda önce yandaş medya oluşturuldu. Müteakiben etki tabanlı, dış destekli asimetrik psikolojik harekât saldırıları, asimetrik hukuk savaşları ve her türlü yalan haberi ve iftirayı yayma cesaretini bulan yandaş medya terörü ile sürdürüldü. İnternet ortamında yapılan iftira ve yalanlara dayalı tüm itibarsızlaştırma saldırılarının ABD ve Avrupa ülkelerinden yapılması bu sürece damgasını vurdu. Özellikle 11 Şubat 2011 gecesi, Türk hukuk tarihine Silivri toplama kampının, “Auschwitz” tutuklamaları olarak geçti. Savunma hakkı verilmeden 163 Amiral, general ve subayın dakikalar içinde tutuklanmasından sonra, sahte davalar bir kanser olarak büyüdü ve “hukuka saygılıyız” diyenleri de sahte deliller ile yutmaya devam etti. 2005-2007 döneminde internet sitelerinde, elektronik posta, imzasız sahte mektuplar ile yoğun , çirkin iftiralar ile asimetrik saldırlar başladığını görüyoruz. Paşa keyfi, denizciler konuşuyor, gibi genelde kanada ve ABD servörlü internet sitelerince pek çoğu iftiraya dayalı , çarpıtılmış, düzmece belgeler ile deniz kuvvetlerinin komutanları, Subay ve Assubayları hakkında saldırılar devam ediyordu. O dönemin Komutanları bunları gerçek zannederek soruşturma açabiliyorlardı. Deniz Kuvvetleri 27 Fırkateyn, 14 Denizaltı, 9 Korvet, 108 Hücumbot, 23 Füze Saldırı Gemisi, 102 Sahil Güvenlik Gemisi ve 21 Mayın Gemisi'ne sahiptir ve diğer lojistik gemileri çok iyi yetişmiş amiralleri ve komuta kademesi ile sadece Akdeniz’in değil dünyanın sayılı deniz kuvvetleri arasındaydı 2009 dan başlayarak dünya deniz tarihinde kendi devletinin ,kendi hükümetinin ve parlemantosunun , kendi halkının gözleri önünde ABD de konuşlu dini motifli bir çetenin Türk bürokrasisi içine sızmış savcı, hakim, polis, akademisyen kılığındaki hain işbirlikçi katillerince sahte belgeler, sahte dijital terör belgeleri, sahte dinleme kasetleri ile davalar açılmış. Deniz kuvvetlerimizin en seçkin ,en iyi amiralleri, gemi komutanları, komodorlar, filo komutanları, gemi mühendisleri DARBECİ, TERÖRİST, CASUS, FUHUŞCU ve benzeri suçlamalar ile önce itibarsızlaştırılmış, daha sonra medyada linç edilmiş ve ağır cezalarla cezalandırılmışlardır. Balyoz , amirallere suikast, Ergenekon,kafes, poyrazköy, birinci ve ikinci casusluk gibi düzmece davalarda 400 denizci hüküm giydi bunların içinde MİLGEM mühendisleri ve 15 denizci yüksek mühendis vardır. Tam bu esnada hükümeti etkileyen feto elemanları askeri davaların sivil mahkemelerde görülmesini sağladılar. Hukuka saygılıyız, Türkiye normalleşiyor sözleri ortalıkta dolaşıyor ve sadece bu çökertme operasyonu için kurulan taraf gazetesi sahte bir darbe planı olarak balyoz planını yayınlıyordu. Beşiktaş adliyesinde amiraller bir bir tutuklanırken kimsenin kılı kıpırdamıyordu deniz kuvvetleri böylesine bir dijital terör kumpasına hazır değildi.ortada hiçbir gerçek belge olmada sadece dijital Word belgeleri ile onlarca amiral kendi ülkesinde esir edilmişlerdi. Sadece balyoz davasında 102 muvazzaf denizci tutuklanmıştı. Donanmanın 90 yıllık birikimi ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Gelecek 30 yılın A takımı saf dışı edilmiştir. Toplam 50 amirali,5000 subayı olan deniz kuvvetlerinde tecrübeli, uzun eğitimlerden geçmiş, zorlu sınavları başarmış, ABD de eğitim görmüş, doktora ve yüksek lisans yapmış, 20 yıllık tecrübe ve birikime sahip 20 amiral ve 400 seçkin denizci darbeci ve terörist feto örgtünün elemanlarınca hapsedilerek donamanın kurumsal hafızasının yok edilmesi hesaplanmıştır. Sadece Balyoz davasında çeşitli listelerde adı geçen 1.800 denizci vardır. En ilginç olan ise wikileaks'te ünlü türkler kitabında ABD ankara büyükelçiliği siyasi müşteşarı daniel.o grady' nin dışişlerine gönderdiği raporda " 21 kasım 2008 günü Türk emniyetinin büyükelçiliğe verdiği ergenekon brifingini anlatmış ve brfingi veren komiser UFUK GÜRSOY YAVUZ ' un ergenekon örgütü hakkında şöyle dediği yazılıdır. " ergenekon örgütü aşırı milliyetçi çevrelerden taraftar bulabilmek için batı ve ABD karşıtı propagandaya güvenen ; mafyayı, İBDA-C , HİZBULTAHRİR,DHKP-C gibi örgütleri kontrol eden , gelişkin bir ekonomisi ve örgütlenmesi olan devasa bir şebeke " halbuki o dönem içişleri bakanımız olan beşir atalay ve emniyet genel müdürü olan akp milletvekili oğuz kaan köksal 2012 şubat ayında TBMM de bir basın toplantısı düzenleyerek böyle bir brifing vermek üzere hiç kimse görevlendirilmemiştir dediler. cemaat kendi başına paralel örgüt lideri gülene oturma izni alabilmek için cemaat şurası tarafından abd lilere birifing vermek üzere görevlendirilmişti hemde devletten habersiz. sadece ergenekon dosyası 5 terebayt demekti bu 250 milyon kağıt sayfasıydı. TSK’ya yönelik davaların hemen tamamında, güncel bir terim haline gelmiş olan, üst akıl ABD’dir. ABD burada açıklanmasına gerek olmayan pek çok sebepten dolayı TSK’nın devlet içindeki konumunun zayıflatılmasından yanadır. ABD ayrıca, 2002 yılından itibaren TSK’nın darbe yapacağı fikrini yaymaya çalışmış, bu şekilde toplumun TSK’ya güveninin sarsılmasına ve TSK karşıtı bir hava oluşmasını amaçlamıştır . Balyoz davası her ne kadar Birinci Ordu Komutanlığı bünyesinde yapılan bir plan seminerini, yani karacı subayların faaliyetini konu alıyor görünse de 194 sanık arasına Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’ndan 22 amiralin yanı sıra yine önemli bir bölümü amiralliğe terfi sırası gelmiş ya da gelmekte olan 90 kurmay albay yer alıyordu. Balyoz süreci daha sonra iki ek iddianameyle de genişletilirken, daha sonra İstanbul ve İzmir’de açılan casusluk ve diğer benzer davalarla da 50 dolayında deniz kurmay albayı da tasfiye planlarına eklenmiş oldu. Terfilerle önleri kesilen yaklaşık 140 denizci kurmay albayın çoğu TSK’den atıldı ya da ayrılmak zorunda kaldı. 2009 yılından bu yana Türk Deniz Kuvvetlerinin komuta yapısı geri döndürülemeyecek zararlara uğratılmış, istenen maksat çoktan hâsıl olmuş, davalarda sanık personelin neredeyse tamamına yakını emekli edilmiş ya da kendi isteğiyle emekli olmuştur. En üzücü olanı bir avuç Aydın, Yazar, Avukat ve Sanatçı dışında Türk halkı ve onun temsilcisi Parlemanto’nun kılı kıpırdamamıştır. Feto terör örgütünün linç kampanyalarına Muhafazakar basın dahi destek vermiştir. Deniz harp okulu fetonun hedefindeydi askeri casusluk, şantaj, fuhuş gibi haberlerle dolu feto medyası ve dinci neo liberal medyada Türkiyenin en eski bahriye mektebi hedefteydi. Deniz harp okulu komutanı Tuğamiral Türker Ertürk e 5 bin sahte ihbar ve şikayet mektubu gönderildi . : Bu saldırıların en başında bayan öğrenciler geliyordu. Okulun en başarılı öğrencilerine yönelik bir çalışma yapılıyordu. bu hareketle bunun arkasında bir kumpasın olacağını sezerek araştıran komutan ın dikkatini sosyal paylaşım siteleri ve internet aracılığıyla yapılan saldırılarda genelde kaynağın ABD olmasıydı. Asılsız ihbar mailleri ve tehditlerin yapıldığı bilgisayar IP'lerini incelenince Pensilvanya IP'si çok fazlaydı. Bu işte cemaatin parmağının olduğunu o zamanlar belirlenmişti. Cemaate bağlı internet siteleri ve bazı gazeteler vasıtasıyla "Bu okulda fuhuş yapılıyor, ibadet yasak, dindarlığa izin verilmiyor, Alevi yapılanması var, eşcinseller var" suçlamalarıyla kamuoyu oluşturmaya çalıştılar. Amaç belliydi o başarılı insanları yok ederek alttan bir yapılanma gelmesini sağlamaktı. Harp okulunda cemaat yapılanması vardı ve bir imamı vardı. Bunların ortaya çıkarılması için çok mücadele eden komutan soruşturma açılmasını ister ama Deniz Kuvvetleri'nden gerekli desteği alamaz. Görüştüğü askeri savcı bunların katalog suç olmadığını, dinleme yaptırılamayacağını söyledi. Sivil mahkemeden bunu talep edebilirdi ama sivil mahkeme de zaten ele geçirilmişti. Bir gün Ankara'dan soruşturma ekibi gelir ve okulda 45 öğrencinin eşcinsel olduğu iddia edilerek soruşturma yapmak isterler, komutan ilerleyen süreçte üst düzey subay olacak öğrencilerin genç yaşta travma yaşamaması için bu soruşturmayı yaptırmaz. öğrencilerini sağlık kontrolüne göndermeyen Ertürk baskılara dayanamayarak istifa etti. Bu esnada bu tezgaha kulak tıkayan Deniz kuvvetleri komutanlığı fetonun televizyonu samanyolunu gemilere çağırarak belgesel yaptırıyordu. Tasfiyeye uğrayan Amiral ve denizcilerin ortak yönü, donanmanın yükseliş dönemindeki başarıların hemen hemen hepsinin planlayıcısı ya da uygulayıcısı olmalarıdır. Hain eller onları cımbızla seçmiştir. Onları sadece tasfiye ile cezalandırmamış, ağır hapis cezaları vererek gelecek nesillere de mesaj vermiştir. Akdeniz’de, Ege de ve Karadeniz’de ulusal çıkarlarınızı Avrupa-Atlantik çıkarlara üstün tutacak ulusal bir Donanma varlığına girişmeyin. Sonunuz Balyoz gibi olur! Yaşanan tasfiyelerin sonunda beklenen açık ve net hedef, Türkiye’nin Denizcileşmesi’nin ve Cumhuriyet Donanması’nın bölgesel bir güç olmasının önlenmesidir. Bu süreçte hayali suçlarla yargılananlar ve hüküm giyenler Deniz Kuvvetleri’nin seçkin denizcileri değil, Türkiye’nin Denizcileşmesi’nin ta kendisidir. 7 aralık günü donanmaya gelen feto terör örgütü savcısı eli ile konmuş gibi donanma istihbarat başkanlığı koridorunun altında donanmadaki fetocu hain bir Astsubay’ın koyduğu dijital terör ürünü cd yi bulmuştu. Fetoculaın koyduğu belgeler gölcük’te ya bir teğmenin evinde, yada bir çöp kutusunda bulunuyor bu belgeler ile yüzde doksanı kurmay, genelde sınıfının birincileri, deniz harp filosu, denizaltı filosu, hücümbot filosu, sat ve amfibik birliklerdeki kritik kadrolardan 25 amiral 300 subay tutuklanmıştı. Bu subaylar sıradan insanlar değil, ABD denizcilik okulu mezunu, ikinci dil bilen, yüksek lisans sahibi, mutlaka komodorluk, fırkateyn komutanlığı, denizaltı komutanlığı, filo komutanlığı yapmış değerlerimizdi. Bu kirli senaryo ile 21. Yy gelecek 30-40 yılının komuta kademesi safdışı ediliyordu. Yarbay Ali Tatar: Balyoz davasında tahliye edildikten sonra hakkında yeniden tutuklama kararı çıkınca evinde beylik tabancası ile intihar etti. Albay Berk Erden: Yarbay Ali Tatar gibi beylik silahı ile yaşamına son verdi. Donanma komutanı oramiral Nusret GÜNER’in askeri lojmandaki evine emir assubayı tarafından girilmiş ve 14 yaşındaki kızının resimleri internette yayınlanmıştır. Nusret paşa bunu yetkililere iletmiş gerekli işlemler yapılmayınca istifa etmiştir. Donanmaya tuzaklar nasıl kuruldu feto çetesi elinde bulunan yüzden fazla mobil dinleme araçlarından dinlemek istediği kişiyi hedef seçiyor. İstanbulda komutanları koruma taburunda bekar, çapkın albay İbrahim sezer. Albay bu ince işler için arkadaşı sinan v. Nin evini kullanır. 28 nisan 2010 günü İstanbul KOM şubeye bir e-posta atılır İstanbul ve Gölcük’de fuhuş çetesinden bahsedilir. Fetocu polisler adliyede çeteleşen fetocu hakimden dinleme ve arama izni alıp Albay İbrahim sezer’in evi aranacaktır arama kararı 3 ağustos 2010 çıkartılır albay İbrahim sezerin evi diye arkadaşı Sinanın evi aranır çünkü arama kararında ibrahimin evi olarak çıkmıştır.oysa albay İbrahim sezer resmi kayıtlara göre askeri lojmanda oturmaktadır. Bu aramayı İstanbul emniyetinden gelen ekip yapar. Tüm aramalarda olduğu gibi evde kimsenin olmadığı bir zaman diliminde apartmandaki oturan en yaşlı kişi 77 yaşındaki Recep öz adlı şahıs tanık olarak çağrılır. Yapılan aramada bir çanta içinde çeşitli dijital materyaller ve çantada askeri kıyafetler bulunur. Elleriyle koymuş gibi bulan polis İbrahim sezer’i gözaltına alır bir sayısal veride adı geçen fuhuş yapan hayat kadınlarının isimleri ve Vika adlı fuhuş çetesini sorarlar. İbraim sezer gerçekte tanımamakta ve hiçbir görüşme kaydı yoktur. Mahkemede bulunan veriler asla İbrahim sezer ve avukatına verilmez. Bahsedilen hayat kadınları ve Vika ortalıkta görülmez.aramanın yapıldığı saat 23.05 dir . 4 ağustos 2010 yandaş basın “çete yöneticilerinin evinde devletin gizli belgeleri bulunduğunu yazar. Gece 23.05 deki aramadaki belgeleri birkaç saat sonra nasıl basın bilebilir. Halbuki bu belgeler gerçekte 22 ekim 2010 da incelenmiştir. 04 ağutos 2010 günü operasyon ile ilgili ilk haber bir internet sitesine düşer saat 00.56 gösterir. Saatler 01.16 gösterirken İstanbul emniyet müdürlüğüne İngiltere’nin Manchester şehrinden iki sayfalık ayrıntılı bir ihbar e-postası gelir. İsim olmayan e- postanın ilk cümlesi şöyledir. “ bu akşam medyadan duyduğum fuhuş operasyonları üzerine..” Yalanlarla dolu e- postada “ Bende bir TSK mensubuyum .bu kurumun içinde ne tip ahlak dışı pislikler döndüğünü bilmeyen TSK mensubu yoktur.” “ benim size ihbar edeceğim kişiler bir tür organize fuhuş çetesidir.bazı üst düzey komutanların evlerine yabancı kadın servis etmektedirler. Bunlardan bir kısım subay / astsubay ciddi paralar kazanmaktadır” Fetonun aşağılık elemanları nöbetçi hakime bakarlar BALYOZ, ERGENEKON, DONANMA aramalarına imza atan fetocu hakim Ömer diken dir. Verdiği kararlar ile onlarca Türk subayının hayatını karartan Ömer diken, Hemen arama kararı verir. Fetonun polisleri Gölcüğe hareket ederler.önemli değil derler Aranacak ev deniz üsteğmen Burak ÇETİN’in evidir. Ancak arama kararına Burak BEKAR olarak geçmiştir. Haber vermeden ev aranır Üsteğmen Burak ÇETİN mesaiden sonra evine geldiğinde aramanın büyük bölümü bitmiştir. Arama kararını sorar. İsim yanlıştır. İtiraz eder. Fetonu polisleri evde gri renkli çanta içerisinde dijital materyaller ve kirli çamaşırlar bulunduğunu not ederler ancak buna itiraz ettiğinde bıyı altından gülen polisler doğru evde arama yaptıklarını söylerler. Mahkemede bu mateyaller ve kirli çamaşırlar için parmak izi incelemesi yapılma isteği fetocu hakim Fikret seçen tarafından kabul edilmemiştir. Aynı gün üsteğmen Emrah küçükakça’nın evine baskın yapılır. Çilingir ile açılır ev. Arama kararında adres burası ancak isim olarak başka üsteğmen Emrah KARACA’nın adı vardır . olsun fetocu polisler için fark etmez.çünkü bulacakları kendi koydukları ev burasıdır. Aramada iki adet harici bellek bulunduğu seri numaraları ile tutanağa geçirilir. Ancak emniyette üçüncü bir harici bellek bulunduğu yazılır. Harici bellek doğurmuştur. Çünkü bu eklenen harici bellekte tam 24 bin 541 adet devletin güvenliğine ait belge bulunmaktadır. Bu davaya ellili yaşlarda hiç evlenmemiş Türkan p. İsimli bir diş tabibi bayanı eklediler. Mazbut bir hayatı olan bu değerli insanı aşağılık feto örgütü polisleri bazı denizci subaylara pazarlandığını iddianameye koydular. Kadıncağız utanarak gidip bekaret raporu aldı. Ve mahkeme başkanına utanarak uzattı. Başkan şunu söyler “ burada özel bir durumunuz var . bunun dosyaya girmesini istiyorsanız benim bunu yüksek sesle okumam gerek kanul ediyormusunuz” kadın utanarak “ tamam “ der ve kendisine fahişe itham eden fetonun militanlarının düzmecesinin yalan olduğunu gösteren bekaret raporu yüzlerce kişi huzurunda okunur. Devletin her kademesinde görev alan fetocular ekim 2013 itibari ile Tanık koruma kurulu kararıyla 105 i tanık , 168 i tanık yakını olmak üzere 273 gizli tanık kimsenin tanımadığı yerlere yerleştirilmiş,12 tanığın estetik amilay ile görünümü, 109 tanığın ise kimliği değiştirilmiş olup bunlardan 250 si ERGENEKON, BALYOZ ve ERZİNCAN davaları ile ilgili yalancı tanıklardır Ankara Cumhuriyet Savcılığı’nın tespitlerine bakalım; 2006 ile 2015 arasında askeri okullara alınan 5 bin öğrencinin yüzde 80’i FETÖ ile ilişkili. Bu demektir ki, 10 yıl içinde alınan 50 bin subay astsubayın 40 bini FETÖ’cü. Bu rakamlara 1986 yılından beri her yıl askeri okullara giren bin dolayınca FETÖ iltisaklı subay astsubayı da eklediğimizde, FETÖ’nün TSK içinde varlığı 70 bin kişiye ulaşıyor. Bu da şu anda 140 bin kişilik subay astsubayın yüzde 50’si demek. Türk Donanması'nın yüzde 70'ini oluşturan, fırkateyn, korvet ve hücumbot olmak üzere 29 ana muharip gemisinin darbe faaliyetlerine katılmak üzere 15 temmuz 2016 da hazır hale getirildiği ortaya çıktı. eğer darbe girişimi sonrasındaki tutuklamalar olmasaydı, 6 yıl sonra Türk ordusunun komuta kademesinin yüzde 98'inin terörist Feto Örgütü'ne mensup olacaktı. Tehlikenin ne kadar büyük olduğunu takdirlerinize bırakıyorum. 15 Temmuz'daki darbe girişimin ardından tutuklanan general ve amiral sayısı 123. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin (TSK) bünyesinde 1 Temmuz 2016'da açıklanan sayılara göre 358 general ve amiral bulunuyordu. Yani darbe girişimi sonrası TSK'daki her üç general veya amiralden biri tutuklu durumdaydı. Deniz kuvvetlerinde Fetocu örgütlenme ise korkunçtur. 18 muvazzaf amiralin yer aldığı 60 kişilik listede F-tipi tertiplerde görev alan 4 ‘baş imam’ olduğu öğrenildi. Deniz Kuvvetleri’nde ve TSK bünyesinde yürütülen çeşitli soruşturmalarda da listedeki 14 kişinin tertiplerde 1. derecede rol aldığı, 42 kişinin ise tertiplere dahil olduğu tespit edildi. Deniz Kuvvetleri’ndeki F-tipi örgütlenmenin başındaki 4 imamdan 1’i amiral, 2’si kurmay albay, 1’i ise TSK’dan atılmış bir binbaşı. Rakamlar Deniz Kuvvetleri’ndeki F-tipi örgütlenmenin boyutunu da gözler önüne seriyor. Örgütlenme içerisinde 18 amiral, 9’u kurmay 13 albay, 2 astsubay, 1 emekli amiral, ordudan atılan veya emekli edilen 19 subay ile 7 astsubay yer alıyor. Doğu Akdeniz’de oluşan yeni normal, kıyı ülkelerinin enerji jeopolitiği rekabetine, Rus Deniz Kuvvetleri'nin bölgeye dönmesine ve devam eden Suriye savaşına bağlı olarak gelişiyor. Artan denizaltı faaliyetleri, daha iddialı donanma modernizasyonu ve muharip yeteneklerde artış Doğu Akdeniz ülkelerinin gündemini 2010'lu yıllarda domine etti. Ankara, da bu bağlamda deniz kuvvetlerini bir açık deniz donanmasına dönüştürmek adına önemli adımlar atıyor. Milli Gemi (MİLGEM) Projesi kapsamında üretilen ada sınıfı korvetlerden üçüncüsü Burgazada, 18 Haziran 2016 tarihinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Başbakan Binali Yıldırım'ın da katıldığı törenle denize indirildi YZB. Güngör Durmuş" isimli loijstik destek gemisi, Başbakan Yıldırım'ın katıldığı törenle 8 Ekim 2016 tarihinde Tuzla Selah Tersanesi’nde denize indirildi. Seyir halindeyken yüzdürmeli sistemle denizde akaryakıt ikmali yapabilen gemi, saatte 12,5 deniz mili süratle seyir menzili, 9 bin 500 deniz mili hızına ulaşabiliyor. Gemi, hiç ikmal yapmadan kargo yakıtını da kullanmadan, sadece kendi yakıtını kullanarak, dünyanın çevresi 1,5 kez dolaşabiliyor. Denizaltı kurtarma gemisi TCG Alemdar (A-582), 28 Ocak 2017 tarihinde Deniz Kuvvetleri Komutanlığına teslim edildi. Gemi başta denizaltılar olmak üzere zor durumda olan gemilere hızır gibi yardıma koşacak, sınıfının en modern gemilerinden biri olacak. Gemi, NATO denizaltı kurtarma sistemi ve ABD denizaltı kurtarma sistemine uyumlu olacak, bu özellikleri ile uluslararası harekatta müşterek denizaltı kurtarma gemisi olarak da görev alabilecek. Toplam 8 gemiden oluşan MİLGEM Projesi'nin dördüncü gemisi olan Kınalıada Korveti'nin inşasına 2015 yılında başlandı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın katıldığı törenle 3 Temmuz 2017 tarihinde denize indirildi. Türkiye'de özel sektör tersaneleri tarafından inşa edilen en büyük ve ileri teknolojiye sahip harp gemisi özelliğini taşıyan TCG Bayraktar, 22 Nisan 2017 tarihinde Deniz Kuvvetleri Komutanlığına teslim edildi. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı için inşa edilen yerli üretim Üsteğmen Arif Ekmekçi Lojistik Destek Gemisi, 8 Temmuz 2017 tarihinde Başbakan Binali Yıldırım'ın da katıldığı törenle denize indirildi. İsmini, 1993 Deniz Kurdu Tatbikatı sırasında kaybolan ve cenazesi 15 yıl sonra bulunan şehit SAT Komandosu Deniz Kıdemli Üsteğmen Arif Ekmekçi'den alan yerli üretim gemi, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 14 Temmuz 2017 Tuzla Adik Tersanesi'nde "Bayraktar" gemisinin denize indiriliş törenine katıldı. Burada konuşan Erdoğan, "Türkiye 2002 yılında savunma sanayi ihtiyacından yüzde 80'ini ithal etmekte olan bir ülkeydi. Bu vahim tabloyu istikbalimiz ve istiklalimiz için çok büyük bir tehdit olarak gördüğümüz için savunma sanayimizi önceliklerimiz arasına aldık. Savunma sanayiindeki dışa bağımlılığı yüzde 40'lara kadar indirdik. Hedefimiz 2023 yılında savunma sanayinden dışa bağımlılığımızı tamamen ortadan kaldırmaktır" dedi. “Barış istiyorsak daima savaşa hazır olmalıyız. Bu anlayışla kendimiz, bölgemiz ve tüm dünyada barışı, huzuru, güvenliği daim kılmak için tüm unsurlarıyla ordumuzu güçlendirmeyi sürdüreceğiz. Biz, dostlarımızın emin olmasını sağlamak, birliğimize ve bütünlüğümüze göz dikenleri de caydırmak için bu yatırımları yapıyoruz, yapmaya devam edeceğiz” dedi. Türk Deniz Kuvvetleri daha önce uçak gemisi merkezli donanma havacılığı yeteneklerine sahip olmamıştı. TCG Anadolu'nun hafif uçak gemisi olarak modifiye edilmesi durumunda, Türkiye açık denizlerde ilk defa 'yüzen bir üs' kullanıyor olacak. Böyle bir platforma sahip olmak, Türk yönetimine stratejik denizaşırı gündemlerinin takibinde esnek askeri seçenekler sunacaktır. Türkiye, sabit-kanatlı muharip donanma havacılığı kapasitesi kurmayı başarırsa, bu durumda yalnızca yurtiçindeki hava üslerine dayanmak durumunda kalmayacaktır. Bir hafif uçak gemisi vurucu kuvvetine ya da yüksek hazırlıklı amfibi görev grubuna sahip olmak, Türkiye'ye siyasi mesaj verme ve askeri güç gösterisinde bulunma konusunda ciddi avantajlar sağlayacaktır. TCG Anadolu ve görev grubunu bir kriz bölgesine göndermek, Türkiye'ye diplomatik söylemini somut sert güç unsurlarıyla birleştirme imkanı verecektir. Dahası, bu şekilde açık denizde operasyon yapma kabiliyeti kazanmak Ankara için daha kuvvetli bir donanma diplomasisi kapasitesinin de habercisi olacaktır. Türk Savunma Sanayi Müsteşarlığı ile Türk Sedef ve İspanyol Navantia firmaları arasında Türk Deniz Kuvvetler’inin “prestij projesi” olarak bilinen 1.2 milyar dolarlık Havuzlu Çıkarma Gemisi (LPD) anlaşmasının imzalanması. Havuzlu Çıkarma Gemisi'nin Türk Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'na tesliminin 2021 yılında olması planlanıyor. LPD gemisine Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın talebi üzerine bir kalkış rampası da konulacak. Böylelikle Türkiye’nin alacağı 100 adet F-35 -A alımının yanı sıra uçak gemisinde konuşlandırmak üzere 15 adet F-35 B (Kısa Kalkış - Dikine İniş) sipariş edileceği de belirtiliyor. Türkiye’nin coğrafi konumu dünyada hiçbir ülke ile kıyaslanamayacak kadar özgündür. Bütün dünya denizlerine erişimi sağlayan, ancak Karadeniz’e çıkış ve girişi kontrol eden jeostratejik bir konumdadır. Bu özelliği, 1936 Montrö Antlaşması ile uluslararası hukuka dayanan bir statü ile güçlendirilmiştir. Türkiye’yi çevreleyen deniz alanları hegemonyan güçlerin eninde sonunda kuvvet uygulayacağı alanlardır. Bu bağlamda Türk Deniz Kuvvetlerinin her üç denizde de olası çatışma ve risklere karşı gerek alt yapısal, gerekse harekât ve stratejik yönüyle hazır olması gerekmektedir. Türk Deniz Kuvvetlerimizin öngörüsü; Ana Vatanda Güvende Olmak için, Denizde Güçlü Olmak; Dünyada Söz Sahibi Olmak için, Tüm Denizlerde Var Olmak şeklinde ifade edilmektedir. Bu ilke, Türkiye’nin bölgesel bir güç olabilmesinin özellikle deniz kuvvetlerinin gücüne bağlı olduğunu vurgulamaktadır. Çünkü bölgesel güç olmanın asgari şartı, sınır ötesine ve öncelikle bölge içinde deniz yoluyla ulaşılabilen her yere güç nakletme ve kuvvet uygulama olanağına sahip olabilmektir. Küresel ticaretin tonaj olarak % 80’i, petrol taşımacılığının % 60’ı ve doğal gaz taşımacılığının % 25’i deniz yoluyla yapılmaktadır. Ülkelerin rekabet gücü, uluslararası deniz ulaştırma sisteminden istifade edebilmesi ile orantılı hale gelmiştir. Bu durum tüm dünya denizlerinde yeni bir paylaşım savaşını da beraberinde getirmiştir. Bu rekabetin en güncel örnekleri Doğu Akdeniz çanağında ve Batı Pasifik’te yaşanmaktadır. Diğer taraftan Küresel Ekonomik Sistemin can damarları olan fiber optik kablo hatlarının önemli bir kısmı denizaltından geçmektedir. Trilyonlarca dolarlık finansal işlemler ve askeri iletişim de bu kablolar vasıtasıyla gerçekleştirilmektedir. Bunların kıyı terminalleri ve bağlantı noktaları küresel ekonominin, ticaretin, bankacılık ve güvenlik sisteminin can damarlarını oluşturmaktadır. Bu bağlamda 21. Yüzyılı Deniz Çağı olarak nitelendirmek mümkündür. Diğer taraftan Küresel Ekonomik Sistemin can damarları olan fiber optik kablo hatlarının önemli bir kısmı denizaltından geçmektedir. Trilyonlarca dolarlık finansal işlemler ve askeri iletişim de bu kablolar vasıtasıyla gerçekleştirilmektedir. Bunların kıyı terminalleri ve bağlantı noktaları küresel ekonominin, ticaretin, bankacılık ve güvenlik sisteminin can damarlarını oluşturmaktadır. Bu bağlamda 21. Yüzyılı Deniz Çağı olarak nitelendirmek mümkündür. Türk Deniz Kuvvetlerinin yeni strateji belgesi 19 Mayıs 2015’de yayımlandı. Bundan önceki belge Kasım 1997 tarihinde Deniz Kuvvetleri Dergisinin eki olarak ‘ Açık Denizlere Doğru” başlığı ile yayımlanmıştı. Aradan 18 yıl geçti. Gerçekten Türk Deniz Kuvvetlerimiz bu süre içinde sadece bölgesel değil, ABD gibi dünya çapında deniz güçlerinin bile rakip olarak gördüğü bir konuma geldi. ABD’nin dünya hâkimiyetinin esas unsuru deniz kuvvetidir. Bu nedenle dünyanın neresinde olursa olsun yükselen ve güçlenen tüm deniz kuvvetlerine karşı çıkmak ABD’nin genel ilkelerindendir. Stratejik Belge’nin Ana Hatları Türk Deniz Kuvvetlerimizin öngörüsü; Ana Vatanda Güvende Olmak için, Denizde Güçlü Olmak; Dünyada Söz Sahibi Olmak için, Tüm Denizlerde Var Olmak şeklinde ifade edilmektedir. Bu ilke, Türkiye’nin bölgesel bir güç olabilmesinin özellikle deniz kuvvetlerinin gücüne bağlı olduğunu vurgulamaktadır. Çünkü bölgesel güç olmanın asgari şartı, sınır ötesine ve öncelikle bölge içinde deniz yoluyla ulaşılabilen her yere güç nakletme ve kuvvet uygulama olanağına sahip olabilmektir. Deniz Kuvvetlerimizin bu kabiliyete sahip olduğunu ve daha etkin bir rol için kısa vadede hazır olacağı belgede vurgulanmaktadır. Türk Deniz Kuvvetlerinin Kuvvet Kullanma Konsepti Belgede yer alan önemli kuvvet kullanma alanları şöyledir: • Uluslararası kamuoyuna deklare edilmiş ve olası deniz yetki alanlarımızdaki izinsiz araştırma/sondaj faaliyetleri engellenecek • Karadeniz Uyumu Harekâtı sürdürülecek, tüm sahildar ülkelerin katılımına yönelik çalışmalara devam edilecek • 2006 yılından itibaren Ceyhan terminali bölgesindeki deniz ulaştırmasının güvenliğine destek vermek amacıyla başlatılan Akdeniz Kalkanı Harekâtına devam edilecektir. •Adil ve kalıcı bir çözüm bulunana kadar, ana vatan ve garantör ülke sorumluluğu içinde KKTC’nin savunması desteklenecektir . Kıyıdaşlar arasındaki güven ortamının yeniden tesis edilebilmesine bağlı olarak Karadeniz Deniz İşbirliği Görev Kuvvetinin (BLACKSEAFOR) idamesi ve etkinliğinin artırılmasına yönelik gayretler sürdürülecektir Türk Deniz Kuvvetlerimiz ülkemizin bekası ve milletimizin güvenliği başta olmak üzere milli hak ve menfaatlerimizin korunması yönünde en güvenilir sigorta olma işlevini sürdürmektedir. Halen bölgesel bir deniz gücü statüsünde değerlendirilen Türk Deniz Kuvvetlerimiz modernizasyon projeleri ile kuvvet yapısını giderek güçlendirmektedir. Nihai amaç, Türk Deniz Kuvvetlerimizin küresel bir deniz gücü konumuna yükselmesidir. Buna mecburuz. Çünkü sadece Türkiye’nin değil, dünyamızın geleceği de denizlerde şekillenecektir. Bu bağlamda çok zor bir coğrafyada yer alan ülkemizin kontrol ve savunulması gereken kıyı uzunluğu 7816 km. kara sınırlarımızın uzunluğu ise sadece 2.949 km’dir. Deniz ekonomik alanlarımızı da dâhil ettiğimizde, Türk Deniz Kuvvetlerimiz, Türkiye yüzölçümünün yaklaşık dört katını aşkın bir deniz alanının sorumluluğunu üstlenmektedir. Mavi Vatan olarak adlandırdığımız anılan deniz alanları ülkemizin ve milletimizin geleceğidir. FETO örgütü eski başbakanlardan Necmettin Erbakan’ı 2009’da ‘Huvzullah Gültekin’ sahte ismi ve terör şüphesiyle 3 ay dinledikleri kaydedildi. Dosyadaki bilgilere göre, şüpheliler, Hürriyet Gazetesi Yazarı Ertuğrul Özkök’ü, ‘Nusret Balcı’ sahte ismiyle ‘örgütlü bir yapı içerisinde hareket ederek uyuşturucu kaçakçılığı yaptıkları’ gerekçesiyle Ankara 11’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nde 19 Ocak 2009 tarihinde 3 ay süreyle dinleme kararı aldı. Tüm toplumun FETÖ’nün kanlı yüzünü görmesi 15 Temmuz darbe girişimiyle oldu. Fatura ağırdı; FETÖ’nün darbe girişimine tarihte eşine az rastlanır bir cesaretle karşı çıkanlardan 250 kişi şehit, 2 bin 200 kişi gazi oldu. 1980’li yılların başından itibaren devlete sızmayı, kılcal damarlarına kadar nüfuz etmeyi bir strateji olarak uygulayan FETÖ, her dönemin iktidarlarına yaslanarak ayakta kalmayı başaran gerçek iktidar sahibi örgüt olarak varlığını korumayı başardı. 2000’li yıllara kadar devletin tüm kurumlarına sızdı. 2002 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarıyla birlikte FETÖ, “Paralel Devlet aşamasına geçti.” 2002-2012 arasında FETÖ devlet içinde öyle büyüdü ki, gerçek güç sahibi olarak, önce 7 Şubat 2012’de MİT Müsteşarı’nı tutuklama, ardından da 17/25 Aralık operasyonlarıyla ortaklık yaptığı hükümeti devirmeye karar verdi. 2013’e gelindiğinde 14 bine yakın hakim ve savcının 4 bin 200’ü FETÖ üyesiydi. 81 ilin Emniyet İstihbarat Şubesi müdüründen 74’ü, bu istihbarat şubelerinde görev yapan 7 bin personelin 6 bin 500’ü FETÖ’cüydü. FETÖ ile bağlantılı 5 bin civarında şirket var ve şu ana kadar FETÖ’ye finansal destek sağladığı iddiasıyla TMSF’ye devredilen şirket sayısı da 700’e yaklaştı. İş dünyasında TUSKON isimli çatı örgütü kendisine bağlı 7 federasyon ve bunlara bağlı 211 üye dernekle faaliyet gösterir hale gelmiştir. Üye iş adamı ve girişimci sayısı 2014 yılı itibarıyla 55 bin civarına erişmiştİ. FETÖ 15 Temmuz’da devleti bu şekilde ele geçirmeye çalıştı. Darbe planlarını buna göre yaptı ama Türk halkının destansı direnişiyle karşılaştı. Tam bir yılda 50 bine yakın FETÖ’cü tutuklandı, 50 bini denetimli olarak serbest bırakıldı. Şimdi sizinle 1 Ekim 1999 tarihine gidelim. Cumhuriyet gazetesi Ankara Temsilcisi Mustafa Balbay, MİT’e ait Marmara Köşkü’nde MİT Müşteşarı Şenkal Atasagun Balbay’a şunları anlatır; “Bizim tespitimiz şu, Gülen grubu bürokrasiyi kullanarak iktidara gelmek istiyor… Gülenciler başta 2000 yılını, 2005 yılını hedef seçmişlerdi. Şimdi 2025 diyorlar….Fethullahçılar uzun vadeye yaymış durumdalar ve bu yüzden de daha tehlikeliler. Maddi güçleri fazla. Yılda 60 trilyonluk bir parayı yönetiyorlar. Yurtdışındaki okul açma faaliyetleri çok iyi organize ediliyor. Bizim gözlemlerimize göre bu Gülen grubunun başarabileceği bir şey değil. Mutlaka başka bir destek söz konusu…” “Milli Eğitimle gençliği, İçişleri ile devlet içinde kadrolaşmayı, Adalet ile kendilerine yönelik bir durum olursa bunu önlemeyi, sanayide de parayı kontrol etmeyi hedefliyorlar. Bütün bunların sonunda devletin pek çok kademesinde yer etmişler... Şimdi belki size ters gelecek bu söylediğim ama şöyle yumruğu vurmadan bu temizlenmez… Biz Gülen olayını aynen size aktardığımız gibi Başbakana da (Bülent Ecevit) söylüyoruz. Bizi dikkatle dinliyor. Ötesi bizim işimiz değil.” Hrant DİNK cinayetinde FETÖ’cü Emniyet mensuplarının rolünün olmadığını kanıtlamak için; Adem Yavuz Arslan’ın "Bi' Ermeni var", Nazlı Ilıcak’ın "Her taşın altında Cemaat mi var?" ve Bayram Kaya’nın “Kördüğüm” isimli kitapları, Hrant Dink cinayetinde FETÖ bağlantısını karartmak, perdelemek için algı operasyonunun bir parçası olarak örgütsel faaliyet kapsamında yazılmıştır. Polis Akademisi öğretim üyeleri Şafak Ertan Çomaklı ile Deniz Turan’ın hazırladığı, “FETÖ ve PKK Bağlamında Terör Amaçlı Kullanılan Kamusal Mal ve Hizmetler” başlıklı raporunu okurken FETÖ’nün bu farklı yüzünü görüyorsunuz “FETÖ sınav sahtekarlıkları gibi yöntemlerle devletin içine yerleştirdiği 400 bine yakın elemanı aracılığıyla Ordu, Emniyet, Yargı, Maliye, Dışişleri, Diyanet, Eğitim gibi alanlarda güç sahibi oldu. Yapılan bir hesaplamaya göre FETÖ, Türkiye Gayrisafi Milli Hasılası’nın yarısı yani 400 milyar dolarlık ekonomik haraketliliğe yön verebiliyordu. Doğrudan kontrol edebildiği parasal miktar ise 50 milyar dolar olarak hesaplanıyor.” FETÖ’nün diğer terör örgütlerinden farkı, kamusal mal ve hizmetleri kullanırken bunlar aracılığı ile finansman sağlamasıdır. Dünyadaki tüm terör örgütlerinin finansal yöntemlerinden tamamen farklı bir yöntem uygulayan FETÖ hukuken haraç sayılan finansal kaynağının en önemli bölümünü oluşturan kaleme “himmet” adı vererek algı operasyonu ile eylemlerini sorgulanır halden uzak tutmaya çalışmıştır. FETÖ, vergi kelimesini kullanmamak ve vergilemeyi hatırlatmaktan bile oldukça uzak olan himmet kelimesini kullanarak yasadışı finansman elde etmeyi bir sisteme oturtmuştur. “Fethullahçı Terör Örgütünün (FETÖ/PDY) 15 Temmuz 2016 Tarihli Darbe Girişimi İle Bu Terör Örgütünün Faaliyetlerinin Tüm Yönleriyle Araştırılarak Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu”nda yer alan ifade ve belgelerde görüleceği üzere FETÖ 1992 yılında ki Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Raporunda “Fetullah Hocanın Talebeleri Örgütü” olarak kaydedilmiştir. Komisyon tutanaklarında FETÖ’nün 1992 yılından itibaren devlet kayıtlarında “cemaat” değil “tehlikeli bir örgüt” olduğu işaret edilmiştir. Bu istihbarat raporunun 1980’li yıllardan gelen bir bilgi birikimi, takip ve tahkikatlardan oluştuğu dikkate alındığında FETÖ’nün 1980’lerden itibaren kamusal mal ve hizmetlere sızmaya çalıştığı ve gizlilik içinde yürüttüğü bu eylem doğrultusunda hareket ettiği nettir. Buna göre vesayete dayalı sistemde örgüt gücünü kamuda 5 unsurdan almaktadır; askeriye, hariciye, mülkiye, adliye ve maliye. Terör örgütleri tarafından yasal faaliyetler sonucu elde edilmiş olan temiz paranın terörün finansmanında kullanılarak kirletilmesi, literatürde ‘siyah yıkama’ olarak ifade edilmektedir. Bu noktada FETÖ’nün “siyah yıkama” yöntemini kullandığı görülmektedir. TRT’de FETÖ Vurgunu: Devletin kritik kurumlarına sızarak iktidar elde etmeye çalışan Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) mensuplarının Türkiye Radyo Televizyon Kurumu'na sızıp ilk etapta kendilerinden olmayan yapım şirketlerini saf dışı bıraktıkları, bütün işleri örgütün güdümündeki şirketlere vererek yaklaşık 300 milyon liralık vurguna imza attıkları tespit edilmiştir Yolsuzluk bununla da bitmemiş, ödeme planı oluşturulmuş bölümleri ise kendi firmalarına uçuk rakamlara yaptırıp örgüte kaynak aktarmayı sürdürmüşlerdir. Kurumda çalışan FETÖ bağlantılı yaklaşık 400 kaşeli muhabire gönderdikleri haber değeri olmayan metinler karşılığında telif adı altında para aktarıldığı ve bu paraların himmet olarak toplandığı ortaya çıkmıştır. Belirtmek gerekir ki örgüte üyelik için özel bir kriter yoktur; Türk, kürt, laz, ermeni, Çerkez, Sünni, alevi, ateist, Hristiyan, Müslüman olmak şart değildir. FETÖ’nün dini bir yapılanma olduğu izlenimi verilse de örgüt içinde bir çok suça bulaşmış, alkol müptelası, kumarbaz, hırsız, tefeci, rüşvetçi kişiler de vardır. Bu nedenle kamu personel rejiminde her türlü insan kimliği ile yer almışlar ve bu sayede kripto militanlar yerleştirmişlerdir. Örneğin etkin pişmanlıktan yararlanmak için başvuran hâkim ve savcı sayısının 300'ü bulduğu ve bunlar arasında bulunup etkin pişmanlıktan yararlanan ve itirafçı olanların ifadelerine göre “örgüte nasıl girdiklerini, örgütün nasıl çeteleştiğini ve mevcut yargısal yetkilerin örgüt elemanlarınca nasıl örgüt lehine kullanıldığını açıkça bildirmişlerdir. Yargıtay'da gelen dosyaların örgüt elemanlarınca fotokopisinin çekilip ilgili kişiye iletildiği, yine önemli kişilere, önemli iş adamlarına ait dosyaların Pensilvanya'ya götürülüp, Pensilvanya'nın talimatıyla kararlar verildiği açıkça bildirilmiştir. Kararlar, örgütün talimatlarıyla verilmiştir. Dosyalar Yargıtay imamı tarafından Pensilvanya'ya götürülmüş ve Pensilvanya'nın onayıyla dosyada hareket edilmiştir. Yargıtay'da 2011 ve 2013 döneminde Pensilvanya'nın onaylamadığı hiç kimse daire başkanı olamamıştır. Yine 2010'da Yargıtay üyeliği seçimleri Pensilvanya ile pazarlık halinde kararlaştırılmış, örgütün isimlendirmesiyle, onların diktesiyle Yargıtay üyesi seçilmiş. Türk yargısı gerçek anlamda kuşatılmıştır”. Darbe girişimi sonrası ortakları yurtdışına kaçan FETÖ'cü bilişim şirketleriyle ilgili çok önemli bilgiler yer alan rapora göre, Genelkurmay'dan Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı'na (TİB), Emniyet'ten Havelsan'a kadar pek çok stratejik kurumun mahrem bilgileri bu bilişim şirketleri üzerinden FETÖ'nün eline geçti. Endersys Bilişim, FETÖ'nün kozmik teknik istihbarat faaliyetlerinin merkezi konumunda. Endersys, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü, ÖSYM, Sosyal Güvenlik Kurumu, TİB, Türksat ve üniversiteler gibi önemli kurumlara iş yaptı. Ayrıca TÜBİTAK, Bilgi Teknolojileri Kurumu (BTK), Roketsan ve Havelsan'la da çalıştı. Bu kurumlara Linux işletim sistemleri entegrasyonu, siber güvenlik, veri loglama, toplu SMS, bilgisayar ağı yönetimi gibi stratejik hizmetler verdi. Ve bütün faaliyetleri FETÖ'nün TÜBİTAK'ta etkin olduğu dönemde, bu kurumun desteğiyle gerçekleştirdi. TİB operasyon üssü haline geldi: Bilişim güvenliğini sağlamakla görevli firmaların yaptığı tüm bu yazılımlar, izleme-dinleme faaliyetleri için kullanıldı. Böylece devletin tüm teknik hafızası FETÖ'cülerin kontrolüne geçti. Ülke güvenliğini sağlamak amacıyla teknik istihbarat faaliyetleri yürütmek üzere kurulan TİB; FETÖ'nün, devletin gizli bilgilerini çaldığı ve kişilerin özel hayatına girdiği bir 'operasyon üssü'ne dönüştürüldü. Yaklaşık 2 milyar saatlik dinleme kaydını arşivleyecek hafızaya sahip TİB'de 130 milyon saatlik ses datası kayboldu. TİB, bu nedenle 15 Ağustos'ta resmen kapatıldı. Kamu personel rejimi, adalet ve yargı sistemi, eğitim hizmetleri, sağlık hizmetleri, sosyal güvenlik hizmetleri, iç ve dış güvenlik hizmetleri (polis-asker-jandarma-özel güvenlik hizmetleri), cezaevi hizmeti, yoksul ve korunmaya muhtaç çocukların bakımı, belediye hizmetleri, teşvik ve sübvansiyonlar, gümrük hizmetleri, medya ve kitle iletişim hizmetleri içinde özellikle silahlı güç olan kamusal mal ve hizmetler ile yargı gibi tam kamusal mal ve hizmetlerin FETÖ tarafından sistematik biçimde kullanıldığı sabittir. Emniyet, yargı, askeriye, hariciye, yerel yönetimler, eğitim kurumları, teşvik sistemleri ve 26 bakanlığa sızma olduğu düşünüldüğünden, Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ)’nün iktisadi ve mali olarak tesir alanının GSMH’nin önemli bir bölümüne tekabül ettiği açıktır. Hayatın her alanına ve devletin her kurumuna sızan FETÖ ile mücadeleyi tek bir alan üzerinden yapmak mümkün değildir. Mücadelenin politik, ekonomik, bürokratik, hukuki, ekonomik, teolojik, sosyolojik ve psikolojik yönleri vardır. Bu her bir alan kendi içerisinde ayrı bir önem taşımaktadır. FETÖ’nün darbe girişimleri püskürtülmüş olsa bile algı yönetimi ve ekonomik araçlar üzerinden de darbe girişimleri yapılabileceği dikkate alınmalıdır. Devletin alacağı önlemlerde ve uygulayacağı politikalarda kamusal mal ve hizmetlerin terör örgütlerinden ne kadar uzak tutulması ve dikkatli olunması gerektiği görülmektedir. Özellikle tam kamusal mal ve hizmetler ile yerel birimler tarafından sunulan kamusal mal ve hizmetlere ilişkin politikaların terör örgütlerinden arındırılacak şekilde hazırlanması izahtan varestedir. Bilkent üniversitesi öğretim görevlisi emekli asker Metin Gürcan ın TSK ile bir araştırmasına bakalım Janowitzci paradigmada temel esas orduyu günün sonunda coğrafi, siyasal, kurumsal ve siyasa yapımı (policy making) boyutlarında içinden çıktığı toplumun bir küçük bir kopyası haline getirmek. Bunun için de biraz orduyu sivilleştirmek, biraz sivili askerleştirmek ve günün sonunda bir ‘sivil-asker benzeşmesi’ yaratmak ana amaç. Sivil ile askerin birbirine coğrafi, siyasal, kurumsal ve siyasa yapımı (policy making) boyutlarında benzeşmesi ile Janowitzci paradigma ordu-toplum senkronizasyonunun sağlanacağını ve bu sayede de ordunun aslında zaten ‘bir parçası olduğu’ olan topluma ve sivil siyasete müdahalesinin önünün alınacağını savunur. Toksik siyasetin Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ile ilgili tartışmalarımızı zehirlediği için sivil-asker boşlukları kavramını da siyasi parametreler ışığında tartışıyoruz ve bunu ben çok zararlı buluyorum. Örneğin “TSK’nın subay kadrolarında AKP desteği yüzde 1 bile değil” argümanı veya “16 Nisan referandumunda TSK’da ‘hayır oyu yüzde 70’in üstünde” argümanı buna örnek. Öncelikle bir prensip: Sivil-asker boşlukları bir bilimsel yöntem meselesi. Yani bu kavramı sürekli objektif ve bilimsel bir şekilde ölçmek gerek. Hem sivil toplumdan hem de ordudan bahsediyorsak ölçüm temsili örneklemlere uygulanacak anket gibi kantitatif (nicel) yöntemlere dayanmalı. Yoksa kendi gözlemlerimizi genelleyip bu konularda kafamızdan yüzdeler, oranlar sallamak hoş değil. Size ilginç bir örnek ABD’den. ABD Senatosunda 50 eyaleti temsilen her eyaletten 2 üye, toplamda ise 100 senatör bulunur. Her senatörün her yıl ABD Kara Harp Okulu (West Point), Deniz Harp Okulu (Annapolis) ve Hava Harp Okulu’na (Colorado) 2’şer öğrenci adayı teklif etme kontenjan hakkı vardır. Bu harp okulları senatörlerin teklif ettiği bu harp okulu öğrenci adaylarının kayıt/kabul işlemlerinde sorun çıkmazsa almaya mecburdur. ABD hükümeti bu sayede coğrafi anlamda subay kadrolarındaki ‘sivil-asker boşluğunu’ azaltmaya ve subay adaylarının memleketlerini tüm eyaletlere eşit oranda yaymaya çalışır. Mayıs-Ağustos 2015 döneminde TSK’da görev yapan 39.845 subayın rütbe ve kuvvet dağılımları açısından temsili örneklemini içeren ve subayların çeşitli konulardaki kanaat ve görüşlerini ölçmeyi hedefleyen bir bilgi seti mevcut. Anketimdeki subayların yüzde 45’i kendilerini ‘milliyetçi’, yüzde 43’ü ‘Çok Milliyetçi’, yüzde 4’ü ‘milliyetçi değilim’ diye tanımlarken, yüzde 8 subay bu soruya çekindiği için cevap vermemiş. En milliyetçi kuvvet Deniz Kuvvetleri, onu Hava Kuvvetleri onu da Kara Kuvvetleri takip ediyor. Subayların yüzde 36’sı kendini siyasi görüş açısından ‘merkez’ olarak tanımlarken, yüzde 21’si ‘merkez sol’, yüzde 21’i ‘merkez sağ’ olarak tanımlıyor. Rütbe düştükçe ordu sağa çekiyor. Kara Kuvvetleri’nde ‘sağ görüş’, Deniz Kuvvetlerinde ise ‘sol görüş’ ağır basıyor. İlginç şekilde Mayıs-Ağustos 2015 itibarı ile subayların yüzde 50’si ‘laiklik’in tehdit altında olduğunu düşünmezken’ yüzde 83’ü ‘üniter devlet yapısının’ tehdit altında olduğu düşüncesinde. Anketimde subayların dindarlık seviyesini dört soru ile ölçmeye çalıştım. Oruç tutma tercihleri, ahirete olan inançları, din-bilim algıları ve faizi tasvip edip etmedikleri. Subayların 30yüzde ’si ‘oruçlarımın bir bölümünü tutarım’ derken, yüzde 24’ü hiç oruç tutmadıklarını, yüzde 22’si ise oruçlarının tamamını kaçırmadan tuttuklarını, yüzde 10’u ise sağlık nedenleri ile tutamadığını söylerken yüzde 14’ü bu soruya cevap vermekten kaçınmış. Oruç konusunda en duyarlı kuvvet Kara Kuvvetleri iken oruç duyarlılığı en zayıf kuvvet Deniz Kuvvetleri. Yine ilginç şekilde rütbe küçüldükçe oruç tutma tercihi güçleniyor. Ankete göre subayların yüzde 99’u din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması fikrinde. Subayların yüzde 62’si ‘Ahiret gününe inanırken’ yüzde 24’ü ise inanmıyor. Ahiret inancı konusunda yüzde 14 gibi bir orandan cevap yok. Demek ki ordu içinde din konusunda tercihlerini açıklamak hala tabu demek mümkün. Yine rütbe küçüldükçe ahiret gününe olan inanç yüzde 50’lerden yüzde 80’lere çıkıyor. Çalışmamdaki önemli bulgulardan biri de sivil üniversite mezunu ‘Sözleşmeli Subayların’ Harp Okulu mezunu subaylardan daha muhafazakar ve daha merkez sağda olması. Özellikle Kara ve Hava Kuvvetlerinde genç rütbelerde sözleşmeli subay oranının fazla oluşu bu subayların kanaatleri kuvvet çapındaki subay profilini etkiliyor. Diğer yandan subayların yüzde 92'si din ve bilim çeliştiğinde bilimin rehberliğini esas aldığını belirtiyor. Yine, subayların yüzde 74'ü faiz konusunda bir hassiyet taşımıyor. Bu oranlardan anlaşılabileceği gibi subayların laiklik anlayışı dışarıya çok da görünür olmayan, bilimi önceliklendiren ama bunun yanında muhafazkar değerleri de dikkate alan bir karakteristik taşıyor. Subayların yüzde 87’si Kürtçe’yi hala siyasal açıdan okuyor ve kesinlikle Kürtçe’nin kamuda (özellikle eğitimde) görünür olmasını istemiyor. Bunun için de askerin kafa yapısını değiştirip bu alandaki akademik çalışmalara imkan vermesi gerekiyor. Sivil toplum ve akademi subay kadrolarının algı ve kanaatlerini ne kadar yakından bilirse subay kadrolarına FETÖ ve benzeri yapıların sızması engellenir ve yeni 15 Temmuz’lar yaşanmaz. Unutmayın subayının kafasındaki işletim sisteminin nasıl çalıştığını bilemeyen her toplum sivil-asker ilişkilerinde yeni sürprizlerle karşılaşabilir. FETÖ, Türkiye’de yıllarca süren devlet-toplum, laik-laik olmayan ikilemlerinin tam bitmeye başladığını düşündüğümüz bir anda bizi arkadan vurdu. Kim bilir belki de, baştan beri güç devşirmek için kurduğu planı ideolojik körlük nedeniyle fark edemedik. FETÖ’nün iktidarı talep ettiği ve güce taptığı konusundaki kanaat Herkül sitesiyle kesinlik kazanmıştı. Herkül FETÖ liderinin bir rol modelidir. Bildiğimiz Yunan mitolojilerinde Olimpos Dağı’nın ve tanrıların kralı olan Zeus oğlu olan Herkül yada bazen Herakles. Herkül’ün mitolojideki rolü de yarı insan yarı tanrı olarak gücün, bedenin, dik başlılığın hatta biraz pervasızlığın sembolüdür. Kanın, intikamın, ihtirasın, arzunun ve gücün sembolü olan Herkül nasıl olurda bir sözde dini bir cemaat liderinin başkahramanı haline gelir? Erymanthian Dağı’nda yaşayan büyük yaban domuzunu yakalayan, Lerna Gölü’ndeki Hydra canavarını öldüren ve buna benzer on iki görevi yerine getirerek özgürlüğüne kavuşan Herkül… Görüldüğü gibi Yunan mitolojisinin yarı tanrısı FETÖ liderinin dilinde bir kurtarıcıya dönüşmüştür. Alparslanlar, Fatihler, Kanuniler bekleyen bu millet neden şimdi Herkül beklesin ki? Çünkü yeniçağın ruhu iktidara susamış, gücün peşinde koşan, sahip olmayı arzulayan yeni bir muhafazakârlıktır. Ve aslında FETÖ hepimize bunu vaat ettiğinde düşünmeden bir çoğumuz koştu… Örselenmiş kimliklerimizi, kırılmış kalplerimizi, yıpranmış ruhlarımızı bu yeni güç peşinde koşan muhafazakârlıkla tamir edebileceğimizi sandık. Bu yüzden FETÖ yalnızca dini kullanmadı aslında bir nebzede de olsa çoğumuzun içinde olan güç peşinde koşan, yalnızca kendisi için iktidar isteyen, kendi gibi düşünmeyene yaşam hakkı tanımayan benliği de kullandı. İçimizdeki ihtirası cemaat asabiyesini, öfkeyi harekete geçirdi. Paylaşmayı bilmeyen, öteki hayatlarla birlikte yaşamayı başaramayan, iktidarı yalnızca kendi inancımızın devlet erkini kullanması olarak anlayan “ben nesli” var oldukça eminim daha nice FETÖ’ler yeşerecektir bu topraklardan. Ve 15 temmuz’da gördük ki Anadolu’da yaşan adını çoğumuzun koyamadığı bir halk irfanı toplumun aydınlarının, siyasetçilerinin, bürokratlarının yaptığı bu büyük yanlışı tamir etmemiz için bize bir fırsat verdi. Evet, bu yanlışı millet yapmadı, bu yanlışı milletin önüne düşen gazeteciler, aydınlar, akademisyenler, siyasetçiler yani biz yaptık. Millet 15 Temmuz’da yaptığımız yanlışı düzeltmememiz için bize yeni bir fırsat verdi. İçimizde ki Herkül’ü öldürmez isek, benliğimizi güç ve iktidar hırsından arındırmayı başaramazsak bu fırsatı boşuna harcarız diye düşünüyorum… Bunun için ilk yapmamız gereken şey milletin yalnızca bizden olanları değil, tüm ülkeyi kapsayan koca bir aile olduğunu içselleştirmek olmalı. TSK’daki kurmay subayların lakabı ‘kaşalot’tur. Yani hayatta kalabilmek (askeri kariyeri ve şahsi itibarı için) ‘kendi cinsini bile yiyebilen/yok edebilen bir balık (canlı) türü.’ Bu nedenle TSK’daki seçkin subaylar arasındaki FETÖ radikalleşmesini anlamak için ilk şu varsayımı bilmek şart: Her seçkin subay (Generaller, kurmaylar ve onlara göreceli olarak terfi imkanları daha kısıtlı olan başarılı sınıf subayları) için TSK’da ilk AMAÇ askeri kariyerinin (sicilinin) lekesiz (vukuatsız) ve başarılarla dolu sürmesidir. Bu nedenle ‘kariyeri lekeleyebilecek her türlü riskten kaçınma’ temel davranış kalıbıdır. O nedenle TSK’da her seçkin subay bulunduğu karargahtaki/kıtadaki havayı koklamayı çok iyi bilir. Kendini göstermek için iyi hesaplı riskleri alır, çok dikkatli hareket eder, sürü içinde her zaman önde gitmez veya hep geride kalmaz. Ne ideolojik ne de görevle alakalı konularda asla ‘komutanla’ ters düşmez. Komutanın ve çalıştığı birliğin/kurumun çok iyi bir röntgenini çeker. Ne zaman öne çıkacağını, ne zaman arkada kalacağını, ne zaman cevval bir subay olacağını ne zaman ‘salağa yatacağını’ çok iyi bilir. Ben 15 Temmuz gecesi kalkışmaya aktif katılmış generallerin ve kurmayların çok büyük olasılıkla ‘darbe trenini’ çeken FETÖ lokomotifinin görevlileri olduğunu düşünüyorum. Seçkin subaylar arasındaki FETÖ’cü radikalleşmenin ideolojisi ile ilgili aşağıdaki temel karakteristikler öne çıkıyor: - Sahte-ütopist: TSK’daki FETÖ ideolojisinde bir cennete ulaşma (ama bu dünyada), küresel toplu kurtuluş vaadi ve subaylar arasında bu kurtuluşu gerçekleştirenlerden biri olma isteği çok belirgin. Bu dinamik bir FETÖ’cü seçkin subayı iki açıdan besliyor: Biz hem ‘gerçek inancın’ temsilcisiyiz hem de ‘ordunun asıl sahibiyiz.’ 15 Temmuz gecesi başarısız olunduğu anlaşıldıktan sonra lokomotifteki subaylar arasında ‘onur intiharı’ tercihi çıkmaması (ki unutmayın subaylık onur mesleğidir ve bu tarz büyük yenilgiler/şoklar sonrası bir subay ‘şerefli bir son’ için intiharı düşünür) bana hep ilginç gelmiştir. TSK’nın tarihini inceleyen de kurum içinde ‘onur intiharlarının’ köklü bir geleneği olduğunu bilir. FETÖ içinde övünülecek ‘dava şehitlerinin’ olmaması da bu karakteristikle doğrudan ilgili. Ölümü değil ama hayatı kutsayan, bu ‘pısırık’ anlayışın arka planında FETÖ’nün TSK içinde reel-politik tavırla aldığı ‘ne olursa olsun hayatta kal ve korun’ yaklaşımının da rolü büyük. Yine bu yaklaşım içinde olan TSK içindeki FETÖ yapılanmasının hasımla şerefle ve mertçe vuruşma imkanı veren ve aleni gerçekleşen ‘düello’ yerine hasma kumpas kurarak onu ‘pusuya’ düşürme ve bu şekilde tasfiye etme yaklaşımının temelinde de bu korunma refleksi var. FETÖ’cü subayların kendi hayatını önemsediği için özü sözü bir, onuru ve mertliği önemseyen şövalye-subay kültüründen uzak durduğu görülüyor. - Duble-seçilmişlik hissi: Kurtuluşun vesilesi olan ‘seçilmişlerden’ olma, hatta Allah’ın özel seçtiği ve korumasına aldığı/yolunu açtığı düşüncesi FETÖ ideolojisinde çok belirgin. Seçilmişlik hissi seçkin subay FETÖcü radikalleşmesinin en önemli karakteristiklerinden. Düşünün bir kere, hem gizli örgütünüzün içinde hem de ‘içine sızdığınız’ kurumun en seçilmişlerisiniz. Bu duble-seçilmişlik hissi, bir sonraki yazıda en önemli iten faktörlerden biri olarak değineceğim ‘mesleki kibir’i de besleyen temel dinamik. - Ultra-elit: Seçilmişlik hissi ile gelen ultra-seçkinci tavır konusunda en güzel örnek darbecilerin 15 Temmuz gecesi yayımladığı bildiride yazın sıcağına rağmen sabah 6’dan itibaren tüm Türkiye’yi eve kapatabileceklerini ve ses hızını aşan F-16’ların alçak uçuşu ile halkı korkutup sokakları boşaltabileceklerini düşünmeleri. Aslında general elitistliğiyle de birleşen bu ultra-seçkinci tavır 15 Temmuz 2017 itibarı ile darbeciler için toplumu ve toplumun böyle bir kalkışmaya göstereceği refleksi okuyamama körlüğünün de temel nedeni. - Militarize: İşte bu boyut seçkin subay radikalleşmesini terör eylemi gibi silahlı şiddet barındırmayan sivildeki FETÖ radikalleşmelerinden ayırıyor. TSK içindeki FETÖ radikalleşmesi hedef subayın ‘askeri kimliği’ ile ‘cemaat kimliğinin’ birbiri ile füzyona girip bir potada erimesi ile oluşuyor. Bu pota da kendi halkını yani ‘sivil ve masum insanları’ uçak, helikopter ve tank gibi ağır silahlarla bombalarken askerin acımasızlığı ile ‘cemaatin’ dayattığı görev anlayışı birbirine karışıyor. Tam da bu nedenle özellikle uçak, helikopter gibi ağır silah platformları ile bombalamalarla masum vatandaşların ölümüne sebebiyet veren asker sanıkların bu eylemi nasıl kafalarında meşrulaştırdıkları sorusu önem kazanıyor. Öncelikle 15 Temmuz sanık ifadelerinden ve iddianamelerden anlıyoruz ki FETÖ’nün subaylara yönelik özel bir propaganda yöntemi var. TSK içinde FETÖ radikalleşmesi sosyo-psikolojik dinamikleri olan, hücre yapısı esasına dayanan, kompartmantasyon ve gizliliğe özel önem veren, sert-hiyerarşik bir ‘küçük grup radikalleşmesi.’ 12-15 yaşta başlayan küçük grup radikalleşmelerinde hedef genci fikirde radikalleşmeye itmek için öyle büyük meta-söylemlere, bireysel-kolektif mağduriyet temalarına, kişisel intikam hissi, macera-heyecan isteği gibi özel motivasyonlara gerek yok. ‘Gözü açılmamış sığırcık yavrusu’ olan Anadolu gençlerine sportif aktiviteler ve sosyal etkinlikler, ders çalıştırma gibi eğitim işleri vb. ilk teması kurmak (kancayı atmak) mümkün. Müteakip aşamada ‘hedef genç’ bir ‘yankı odasına (echo chamber)’ alınıyor ve rol model rolünü oynayacak ‘abilerle’ ders çalışma, pikniğe gitme, okuma-ders çalışma kampı yapma vb. nedenlerle etkileşime girmesi sağlanıyor. Hedef gence ve ailesine fayda/imtiyaz sağlayan bu etkileşimler tamamen ‘organik’. Bu sayede hem hedef gencin hem de ailesi/yakınlarının ‘güven eşikleri’ tedrici bir şekilde aşılıyor. Yine ifadelerden anlıyoruz ki asker olmaları hissettirilmeden teşvik edilen hedef gençlere ‘sen özelsin/seçilmişsin’ yüklemesi henüz askeri liseye girmeden, 12-13 yaşlarında başlıyor. 14-15’li yaşlarda askeri liselere giden hedef gençler FETÖ’nün desteği sayesinde eğitim kalitesi ve kişilik açısından ‘diğerlerine’ nazaran çok daha iyi seviyede askeri lise hazırlık sınıfına başlıyor. Yine ifadelerden anlıyoruz ki 2-3 haftada bir sorumlu abi ile yapılan buluşmalarla hedef gencin şarj olması (inançla gerilmesi) sağlanıyor. Askeri lisedeki propagandada ‘sen özelsin/seçilmişsin’ yüklemesi yanına muğlak (belirsiz) bir amaç ekleniyor. FETÖ adayı genç askeri liseli ‘niçin ordudasın?’ sorusuna net bir cevap veremiyor. Çünkü o orada olmasa ‘devlet ve millet düşmanı dinsiz biri’ o kadroyu dolduracak. O zaman o ‘devlet ve millet uğruna, milletin öz evlatları o kadrolarda bulunsun diye başına gelenlere sabırla göğüs germeli.’ Harp okulu yıllarında ise 2-3 haftada bir gizli buluşmalar bir yandan ‘abiden abiye’ devredilerek devam ettirilirken diğer yandan Harbiyeli/Bahriyeli hedef gence küçük ‘istihbarat’ görevleri (fişleme, okulda yaşananları rapor vb.) de verilmeye başlıyor. Bu görevlerin temel amacı TSK içindeki ‘ötekilerin (dinsizler, Aleviler, Kemalistler vb.)’ tasfiyesi ve ordunun ‘millileşmesi/dindarlaşması.’ Ama bu istihbarat (fişleme) görevleri hedef gencin yapabilecekleri/yapamayacakları konusunda örgüte gencin kariyer planlaması esnasında büyük fayda sağlıyor. Ama suçları dağıtırken TSK’yı, yani FETÖ’cü subay radikalleşmesini etkisizleştiremeyen, subayını örgütten koparamayan kuruma da bir pay biçmek gerekmez mi? ‘FETÖ’nün polis, yargı, milli eğitim, sağlık, özel sektör dahil sızmadığı yer mi var, orduya da sızabilmiş işte!’ şeklinde bir kolaylığa kaçarak TSK’yı savunabilirsiniz. Ama TSK’yı koruma refleksi FETÖ’nün Türkiye’nin en hiyerarşik, en disiplinli, kendi düşünüş ve iş tutuş tarzlarını geliştirme imkanı açısından en otonom ve en imtiyazlı, en önemlisi ‘kurumsal özgüveni’ en yüksek kurumunun içinde ‘eleman yetiştirebilmesi’ ve ‘elemanın’ kurum içinde de radikalleşme sürecini sürdürebilmesi eleştirilmemeli mi? Bu durum bir yandan FETÖnün (hırsızın) başarısını gösterirken, diğer yandan kapıları sonuna kadar açık bırakan TSK’nın (ev sahibinin) de başarısızlığını göstermez mi? Öncelikle bir tespit:‘Asker Kişi Radikalleşmesi’: Dünyada giderek yükselen bir tehdit Asker kişi radikalleşmesi Yeni yeni oluşmaya başlayan Türkçe radikalleşme literatürüne yeni bir kavram kazandırayım: ‘Asker Kişi Radikalleşmesi.’ Gerek dini gerekse ideolojik (aşırı sol, aşırı sağ) asker kişi radikalleşmesi dünyada giderek önem kazanıyor. Geçen yıl Malezya’da 70 asker aşırıcı Selefi radikalleşmesi nedeniyle ordudan ihraç edildi. Yine geçen yıl, radikalleşme şüphesi ile Alman Askeri İstihbarata Karşı Koyma (İKK) birimi rakamlarına göre Suriye ve Irak’a IŞİD ile mücadeleye gönderilen 29 Alman askeri haklarında soruşturma başlatıldı. Son dönemde, İngiliz ve ABD ordusunda ‘aşırı sağ radikalleşmenin’ yükselişte olduğuna yönelik çok sayıda rapor var. İsrail ordusunun Sayeret Matkal gibi özel operasyon birimlerinde ‘ultra-ortodoks Yahudi radikalleşmesinin’ yükselişte olduğu ve ordudaki dindarlaşmanın da bu eğilimi beslediği yazılıp çiziliyor. Nijerya ordusu Boko Haram’ın kadroları içine sızmasını önlemek için dünyada ilk kez askerlere özel radikallikten koruma ve arındırma programı başlattı. 2011 yılında Pakistan ordusundan Tuğgeneral Ali Han’ın El Kaide bağlantılı çıkması ve personel sınıfından olan general Ali Han’ın El Kaide unsurlarını Pakistan ordusuna sızdırma çabası içinde olduğuna dair haberler dikkatimi çekmişti. ‘Asker kişi radikalleşmesi’ konusunda Pakistan ordusu hakkında iyi bir literatür var. Göz atmak lazım. Ürdün ordusunda da askeri personelini radikalleşmeden korumak için ciddi çalışmalar var. Peki, TSK ‘asker kişi radikalleşmesi’ olgusu konusunda bilinçlenmeye ne kadar hazır? TSK içinde radikalleşme sadece ve sadece bir istihbarat ve istihbarata karşı koyma (İKK) sorunu mu? İlk kez duyduğunuzu düşündüğüm bu sorular bile aslında Türkiye’nin asker kişi radikalleşmesi konusuna ne kadar uzak olduğunu gösteriyor. Bütün dünyada profesyonel bir meslek olarak subaylık tarihi bütünlüğünü de dikkat alırsak ‘özü ve sözü bir’ ‘fedakar’ ve ‘mert’ kişilerin yaptığı bir şövalye mesleğidir. Subay kumpas kurmaz, pusu atmaz, karanlıkta-gölgede dolaşmaz, gerekirse mertçe düello yapar, centilmence savaşır. TSK’da subayın bu evrensel özellikleri üzerine moral ve motivasyonu sağlamak için Türkiye ve Türkiye gerçeklerine has bir ‘milli ve manevi’ değer yüklemesi yapılır. Ancak görüyoruz ki söz konusu FETÖ’cü subay adayı/subay olunca TSK onu sisteme entegrasyonda başarısız. Tezim şu: TSK içindeki ‘aristokrat’ sınıf olan subay kadrolarındaki görünür dindarlığa yönelik 1990’ların başlarında ‘üstü kapalı’ başlayan ancak 1990’ların sonlarında bir ‘cadı avına’ dönüşen süreç TSK içindeki görünür dindarlığı konusunda mert ve taviz vermeyen (aslında bakın burada bir özü ve sözü bir, şövalye subay davranışı var) subayların sistemden uzaklaştırılması veya sisteme küsmesi ile sonuçlandı. Bunu güren FETÖ’cü subaylar ‘dindar (veya FETÖ’cü) kimliklerini’ yer altına indirdi ama bölünmüş subay kimliğinin diğer parçası olan ‘profesyonel subay kimliğine’ de sıkı sıkıya yapıştı. Yine 1999’da Gülen’in Türkiye’yi terki, 2009 Oslo süreci, 2013’deki 17-25 Aralık süreci gibi her devlet-Gülen cemaati tokuşması TSK içindeki FETÖ’cü subayların bir yandan korunabilmek için ‘dindar (FETÖ’cü) kimliklerini’ daha da yer altına iterken diğer yandan ‘profesyonel subay kimliğini’ ön plana çıkardı. Günün sonunda ‘bölünmüş subay kimliğine’ sahip FETÖ’cü subay ‘dindar (FETÖ’cü) kimliği ile örgütün ‘yeraltı’ teşkilatının bir parçası, ‘profesyonel subay kimliği’ ile de askeri kariyeri parlak bir subay haline geldi. 15 Temmuz gecesi de bir ‘zombi’ misali FETÖ’cü kimlikleri kendini açığa çıkardı. paralel yapının lideri fethullah gülen hakkında yüzlerce kitap yayınlanmış, emniyet genel müdürlüğü hakkında gizli raporlar hazırlamış, genelkurmay başkanlığı ,milli istihbarat teşkilatı hakkında raporlar yayınlanmış sürekli olarak devletin her kademesinde örgütlenerek devleti ele geçirmeye çalışan din adamından çok propaganda yapan bazen ağlayan bazen hiddetlenen sinsi bir aktörle karşı karşıyayız . kimi zaman reformcu görünen , kimi zaman tüm dinlerin temsilcilerine barış çağrısı yapan , papa ile fikir teatisi yapan, kendi gibi düşünmeyenlere karşı hile mübahtır yöntemini uygulayan ,yeterli bir din bilgisine sahip olması kuşkulu fakat itikatlı insanları etkileyebilecek zeka seviyesine sahip alim olmayı gerektirmeyecek dini hikayeleri ıstırap yüklü ses tonuyla anlatan sohbetlerini gözyaşı suyu ile kişilerin manevi alanlarına nüfuz edecek şekilde anlatan , genelde askeri terminolojide kullanılan KIŞLA, SÜVARİ, ER, CEPHE,ORDU, MEVZİİ,KUVVET,NEFER,ASKER gibi kelimeleri kitaplarında ve sohbetlerinde kullanan bir yönetici. Türkiye sınırları içinde ve dışında olan her fetullahçı potansiyel teröristtir. Kendisine fetullah denen psikopat “ git canlı bomba olarak kendini patlat dese “ yapamayacak bir fethullahçı bile yoktur… Bunlar insan değil sürüdür. Cani katiller sürüsüdür fetullahçılar… fetullahçı robotları teker teker insan olarak gören herkes yanılır ve millet olarak topluca yanıldığımız için 15 temmuz vahşeti başımıza geldi. 15 temmuz ihanetinden sonra hala “ masum fetullahçılar ile suça bulaşanları ayıralım “ diyenler de alçak ya da salaktır. Her fetullahçı robot terörist görüldüğü yerde tutuklanmalıdır.bu katiller sürüsü fetoyu mehdi olarak görür. Hasan sabbahın haşhaşi ordusu bunların yanında çırak kalır. Gülen alçağı tarafından hipnozlanmış terörist pilotlar ve askerler haşhaş yutmuş insanlardan beter şekilde Türkiye cumhuriyetine , Cumhurbaşkanına ve Türk devletine saldırmışlardır. Çünkü bunların vatan duyguları yoktur, sadece Fetoya tapmak vardır. Hepsinin deşifre edilip adalete teslim edilmesi gerekir. Acımamak gerekir. Bu ülkenin hakim , savcı ve polisleri bu mücadeleyi en sert, en tavizsiz şekilde sürdürmezse Türkiye 15 Temmuz’dan daha beter kaos günleri yaşayabiliriz. Türk güvenlik güçlerinin , yargısının Fetoculara yönelik operasyonlarını kim durdurursa vatan hainidir. Türk halkının fetocu robotlar dışındaki herkes darbeye dimdik durmuşlardır. Aramızdaki farklılıkları unutalım, gerçek bir toplumsal uzlaşma ortamı yaratalım. Hem medyada, hem siyasette her alanda uzlaşma ve özgürleşme dönemi başlatalım bu toplumsal uzlaşmanın ilk şartı feto terör örgütü ile topyekün mücadele etmek konusunda anlaşmaktır.